27 Aralık 2011 Salı

Zaman Tünelinde Unutulmak

Yeniden, yeniliklerden, modernlikten hoşlanmıyordu. Her şey alaturka kalmalıydı hayatında, alıştığı şekliyle yaşama devam etmeliydi. Ama saniye bile yerinde durmazken, takvim yaprakları bir bir koparılırken ve her geçen anda hayat değişirken eskiyi özleyerek yenileniyordu.

Yeniliğin konforunu yaşarken eskiye duyduğu özlem kendisiyle çelişmesine neden oluyordu. Çocukken sobanın üzerinde kızartılan ekmeklere sürülen yağın yerini tutmayan, ekmek kızartma makinelerinde kızartılan yavan ekmekler gibiydi hayatı.

Her şey pratik ama her şey bir o kadar yavandı. Siyah beyaz televizyonlarda seyrettiği kendinden bir şeyler bulduğu filmleri özlüyor, renkli televizyonlarda yeşeren dizi furyasına anlam veremiyordu. Eskiden aşk, dostluk, zengin kız ve fakir erkeğin anlatıldığı filmlerde, Hulusi Kentmen gibi tonton dedeye sahip olmak isterken bulurdu kendini.

Renklenen televizyonla renkleri solmuş senaryolar gündeme geldiğinde; İki kardeşin aynı kişiye aşık olduğu ve kardeşliğin çok önemsizmiş gibi gösterildiği, para için türlü entrikaların döndüğü, tecavüzün aşka dönüşebileceği, ufacık çocukların hamile kaldığı, duygulardan uzak argolara yakın filmlerde ve dizilerde boğuluyordu. Yenilenmek ağır geliyordu, çünkü eski Türk filmlerini özler gibi eski dostlukları eski aşkları özlüyordu.

Atlı karınca da sıra bekleyen çocuklar gibi zaman tünelinden geçip dünde kalmak, bugünün tükenmişliğini görmemek en büyük arzusuydu. Ne zaman dünya çıkarlarından sıyrılıp, kendi çıkarlarının esiri olmuş insanlarla dost olmuştu.

Ne zaman kendine yöneltilen her sevgi sözcüğünde, “şimdi bana neyi itiraf edecek acaba” diye düşünür olmuştu. Kendinin bile yetişemediği hızla değişimi yaşamış, olgunlaşmış ve her olgunlaşma da olduğu gibi eskiyi özler olmuştu.

Çünkü değişen sadece diziler değil, dizilere konu olan insanlardı… Gece bekçisinin ben buradayım der gibi çaldığı düdüğün sesiyle güvenli sokaklarda, mahallede ki arkadaşlarının koruması eşliğinde, meraklı komşularının perde arkasında olmasına gülerek, çocukların oyun çığlıklarıyla dolu sokağının kaldırımlarında evine dönmenin güzelliğini hayal ederek, soğuk apartman katlarında kimsenin kimseyi tanımadığı, çocukların olmadığı ıssız sokaklarda, arkamdan kim geliyor acaba korkusuyla hızlı adımlarla evine gidiyordu.

Arkadaş şarkısıyla aklına gelen bir sürü dostuyla yaşadıklarını göz damlalarıyla hatırlarken ve kaderin araya girmesiyle görüşememenin verdiği hüzün varken, dostluğun boşluk dolduran hatta çıkarcılıktan öteye taşınmayacağını sanan insanlarla geçen vaktine üzülüyordu. Birbirine alınan düşünülmüş hediyelerle, yazılan güzel kelimelerle ve nefes kesen bakışlarla yaşadığı aşklar ise birbirini satın almaya çalışılan hediyelere, herkese söylenen kelimelere ve tüketilen aşklara dönmüştü… Geleceğe dair kurulan tüm hayaller bitmiş geçmişin anılarıyla yaşanır olmuştu. O yüzden yılların yenilenmesini istemiyordu.

Her yeni yılla değişen düzenin parçası olmak, umutlanmak hatta değişeceğine inanmak ve heyecanlanmak istemiyordu çünkü geçmişe özlem tokat gibi iniyordu yüzüne, çünkü her yenilenen yılda anılarına, geçmişine ve geçmişteki hayallerine özlemi büyüyordu. Büyümeyi istemeyen tüm yetişkinler gibi gitmekten ve kalmaktan korkuyordu zaman tünelinde. Yenilikler mi incitiyordu eskiye özlem mi kendisine bile itiraf edemiyordu…


Kaynak : http://www.migmedya.com/yazar.asp?yaziID=4795#ixzz1hkLmLC1i

20 Aralık 2011 Salı

YOL ARKADAŞIN GÜNEŞ GİBİ OLMALI!

Fanusun içinde tek başına yaşamaya alışmıştı. Dışarıdan "Dünyaya gelsin artık" diyen sesleri duyuyordu. Demek ki başka bir dünya vardı ve orada bekleniyordu. Biraz ağırdan aldı ama her gün dışarıdaki sesler çoğalarak çağırmaya başladılar Onu. ..

Karlı bir gün çok zayıf bir bedenle dünyaya merhaba dedi. Doktorlar yaşamaya gücü yok dedilerse de O doktorlara inat hayatta kalmayı başardı. Fakat sabırsızlıkla onun gelmesini bekleyen insanlar bir türlü ona dokunamıyordu. Yıllar sonra dokunulmaktan hoşlanmamasının hatta utanmasının nedeni belki de buydu. Dünyaya çağrılırken ne yaşayacağını, kimlerle dost, kimlerle akraba olacağını, kimlerden kaçması gerektiğini hep ayarlamışlardı.

Ona sadece dünyaya katlanmak kalmıştı. Çocukken oynadığı evcilik oyunları ve giydiği kısa şortlar kadar basit sanıyordu hayatı. Domates, peynir ve ekmekten oluşan piknik sepetiyle tren yolunun kenarında ufacık çimlerde birkaç arkadaşı ile piknik yapmaktan ibaret hayatı sevmeye başlamıştı. Ceyda Ablası o günlerde elinden tuttu. Abla olmak onun için öyle bir görevdi ki o tuttuğu eli 38 yıl hiç bırakmayacak hep birlikte olacaklardı. Hayat lise yıllarında bol kahkahalı geçmeye devam ediyordu. Kalabalık bir aile, bayramlar, düğünler, ilk aşk ve ilk ayrılık acısı. Tüm bunları mektuplarla Ceyda ablası ile paylaşıyordu. Ağlanacak şeylere bile gözlerinden yaş gelene kadar gülüyorlardı. Tüm çirkin suratlara inat, gözleriniz kırışacak uyarılarına ve hatta cenaze evlerinde işittikleri azarlara rağmen onların kahkahaları şenlikti… Yıllar ilerledikçe hayatın aslında gülünecek bir yer olmadığını fark etti. Fanusunda yaşamak daha kolaydı. Hayat öyle iki yüzlü insanlarla doluydu ki her seferinde kendini sirkte ipin üzerinde yürüyen cambaz gibi hissetmeye başlamıştı. Gözyaşlarını kalbine akıtıp, doğru bildiği yolda yan yan yürürken, eğri yollarda doğruyu bulmaya çalışıyordu. Işıksız tünellerde yıldızını arıyor, bugün var yarın yok sahte yüzlü dostları her zaman seveceğini sanıyor ve zaman öldürüyordu.

İnsanlar dünyasında ne çok insana benzeyen mutluluk emici vampirler vardı. Tüm mutluluğunu damarlarından içmeye başlayan vampirlerden her korktuğunda Ceyda ablasına sığınıyordu.

Dünyada saklambaç oynamaya başlamıştı vampirlerin gözlerinin önünde, yaşamın kenarında, ablasının sevgisinin dibinde görünmezdi. Olmayanın yaşatıldığı, olanın öldürüldüğü düzende sadece onu sevenlerle mutluydu.

Dostluğun iyi gün kötü gün diye ayrılmadığını, sevginin koşulsuz olduğunu, kolların sarılmasındansa kalbin sarılmasının insanı güneş gibi ısıttığını, birine güvenmenin hayatı nasıl çekilir hale getirdiğini, hiç konuşmadan mimiklerle anlaşmanın özel bir dil olduğunu ablasıyla öğrendi. Hayatında babasından kalan tek hatıraya gözü gibi bakmaya çalıştığı sırada fark etti ki, hayatında ki en kıymetli hatıra Ona gözü gibi bakıyordu. Kaderin dokunamadığı tek şey aralarında ki dostlukta gizliydi.

En büyük hediyesine sıkı sıkı sarılarak iyi ki varsın dediği yıllar büyüdükçe daha da çoğaldı. 20.12.2011 de ablasının Ona hediye edildiği gün içinde inanılmaz bir sevinç olur, yol arkadaşının nefes aldığını bilmekten keyif alır, dostluğu anlat dediklerinde sadece dost Ceyda demek derdi. Çünkü yol arkadaşına sahip olmak; geçmişi hafifletmek gelecekten kaygı duymamak bugünü kahkahayla yaşamak demekti…

Sevgiler


Kaynak : http://www.migmedya.com/yazar.asp?yaziID=4664#ixzz1h4AMGof1

7 Aralık 2011 Çarşamba

ŞAPKADAN AŞK ÇIKTI

Sormadan getirildiği bu dünyada, ona sorar gibi yaparak kendi kararlarını uygulayanların arasında görünmez olma çabasındaydı. Tüm o makyajlı yüzlerle, süslü püslü cümlelerle, maskeler ardına saklanan, kelimelerine tutsak olan insanlarla yaşamak onun için hiç kolay değildi. Aynı dili konuştuğu, aynı dünyayı paylaştığı ama kalıplara sokulmuş sabunlara benzeyen insanları anlayamaması da bu yüzdendi.

Örülen duvarlar arasında BEN olma çabasındayken tutundu AŞK’a. Hayatını aşk tadında yaşamayı seçti, tüm aşka inanmayanlara inat hem de. Avaz avaz bağırarak, bazen sessiz çığlıklarla aşkı anlatmaya çalıştı dilinin döndüğünce. Anlatmaya çalıştıkça daha çok düğümlendi kelimeler aşk gibi karmakarışık oldu her şey. Bu kez anlatılamaz bir konu seçmişti belki de savunmak için ama durduramıyordu ruhunu susturamıyordu bir türlü...

Her acının intikamını aşktan alan, aşkı küçümseyen insanlardan korkuyordu. Çünkü kendi korkularını aşkta unutabiliyordu sadece. İlk aşk unutulmaz diyorlardı ya; aslında unutulmayan ilk canın yanmasıydı. Sonradan yaşanan aşklar hep ilk can yanmasının gölgesinde kalıyordu. Bir daha aynı acıyı yaşamak istemeyen kalpler tüm öfkeleriyle saldırıyorlardı aşka. Sanki aşkın bir suçu varmış gibi. Yaşanmışlıkların suçunu yaşanacaklardan çıkarırcasına lanetliyorlardı onu. Tüm o kötü anılar ona ait olmasın, onun yüzünden başka güzel aşkların yaşanmaması yükü üzerinde kalmasın diye kimsenin ilk aşkı olamıyordu bir türlü.

Bu mucizeler yaratan “üç harf” yan yana geldiğinde üzmeden, üzülmeden, sürprizlerle yaşanan sihirli bir dünyaya dönüşüyordu. Değişmeden, değiştirilmeden benliklere sahip çıkarak dürüstçe yaşandığında ise şapkadan çıkan tavşan misali mutlu ediyordu herkesi…

Aşkla tutunduğu hayatında tüm incinmişliklerini yine aşkla yeniyordu. Her yeni aşkla tüm yaşanmışlıkları siliyor aşkın son halini yaşıyordu. Belki de şapkadan çıkan aşk onun afyonuydu. Nasıl çıktığı neden çıktığı ile ilgilenmeden ona verilen hediyeyi çocuk sevinciyle kucaklayarak kabul ediyor ve ona sıkı sıkı sarılıyordu. Benliğindeki yılların yorgunluğuna kırışık karşıtı kremler gibi aşk sürüyor kısa bir süre için bile olsa güzelliğin ve dinginliğin keyfini çıkarıyordu.

Yaş ilerliyordu, beden ruhla aynı yolda gitmeyip değişiyor bazen çirkinleşiyordu. Ruh kabul etmiyordu yaşanmışlıkları, yılları, acıları… İnadına gençlik iksiri içmişçesine genç bir kız gibi salınarak yürüyordu kendi yolunda… Bedenle ruhun ikilemiydi belki de aşk kim bilir! Belki tazeliğe dokunma çabasıydı tüm bu gölge oyunları. Belki o yanılıyordu çünkü aşk bazen suya yazı yazmaktı. Bunu en çok kendi biliyordu ama kabul edemiyordu.

Verda BAŞPEHLİVAN



Kaynak : http://www.migmedya.com/yazar.asp?yaziID=4458#ixzz1fsY8DUvK

KALABALIKLAR ARASINDA YALNIZLIK VARMIŞ

Bir varmış bir yokmuş ile başlayan masalların içerisinde mutlu yaşayan çocuklar olduğu gibi, çocuk olmayı bilmeyen yaşlı ruhlar vardı. Hani şu herkesin sevimsiz bulduğu büyümüşte küçülmüş çocuklar gibi… Evin büyük çocuğu olmak hayatta hep büyük olmak demekti.

Çok sevmekle, çok nefret etmek arasındaki ince çizgide gidip gelen annesi ve babasıyla 3 oda 1 salon olan çocukluk yıllarının geçtiği evde, gerçek dünya ve masal dünyası diye ikiye ayırdığı hayatını yıllar sonra gerçek ve sanal dünya diye ikiye ayıracaktı. Sevginin nasıl sevgisizliğe dönüştüğünü izleyerek geçirdiği günlerinde bile; Pamuk Prenses, Kül Kedisi, Uyuyan Güzel’de olduğu gibi, onu kurtaracak ve çok sevecek Prensini bekleyen, modern çağın Polyanna’sı olacağı; çocukluk yıllarında hiç aklına gelmezdi…

Gerçekler ne kadar canını acıtıyorsa, masal dünyası o kadar tatlılaşıyordu. Her büyük kavgada ve her bavullarla evi terk etme sonrasında anneannesinin küçük şatosuna sığınıyor, orada sonu hep iyi biten kitaplarıyla geleceğini düşünerek masal dünyasına geçiş yaşıyordu. Gerçeğin tüm gürültüsüne rağmen, sessiz masal dünyasında kelimeleri hep mutlulukla bezenmiş oluyordu.

Yıllar “Çocuklarım olmasaydı boşanırdım!” cümlelerinin beynine kazınmasıyla, çocuk aklının “Ben böyle de mutsuzum, neden beni bahane ediyorlar ki?” sorusuna cevap aramakla geçerken, tüm aileler masallardaki gibi olsun istiyor ve masal dünyasına dört elle sarılıyordu.

Gerçek dünyasına o kadar çok dokunan vardı ki! Bu yüzden masal dünyası herkese kapalıydı. Çocukken küçük omuzlarında onun olmayan hataların altında ezilirken, yaşadıkları defalarca kulağına fısıldanırken, insanların mimiklerini görmemek için elinden geleni yaparken, cüceler arasında dev olmaktansa devler arasında cüce kalmayı seçer ve görünmez olurdu. Kendi dünyasında ise dokunulmazlığı vardı. O, herkesin mimiği ve sesiydi.

Ayrı ayrı çok sevdiği anne ve babasına aynı evde tahammül edemiyordu. Her fırsatta çocukluğunu yaşamaya çalışırken, iç dünyasına saklanırken hatta gülerken bile utanıyordu hata işlemişçesine. Çünkü gülmek kötülükleri çağırırdı, çünkü saklanmak sorundan kaçmak demekti, çünkü çocukluk saflıktı…

24 yaşına geldiğinde boşanma kararının alınacağı mahkemenin ortasında tanıkken ufacık bir cüceye dönmüştü devler arasında. Anne ve babası ayrı evlerde ayrı hayatlarda devam edeceklerdi yaşama. O ise annesinin evinde baba, babasının evinde misafirdi.

Gerçek hayattan kaçmak için daha çok sebebi vardı artık. Tüm enerjisiyle sanal dünyaya merhaba dediği, tüm yalnızlığını paylaştığı ve paylaştıkça yalnızlaştığı ikinci dünyasında daha çok vakit geçirir olmuştu, tüm diğer gerçek dünyadan kaçanlar gibi. Hep terk edecek gibi hep terk edilecek gibi kalabalıklar arasında artık yalnız yaşayan bir ruhtu …