18 Ekim 2012 Perşembe

Sonun Başlangıcı



Yeni birini tanımanın ve kendini yeni birine tanıtmanın heyecanıyla başlamıştı her şey. Dünyadan kopmuş, kendi dünyalarında yaşar olmuşlardı. Her yeni başlayan aşk gibi, toz pembe hayatlarında sadece tanımak ve ortak zevklerini bulmak için çaba sarf ediyorlardı. Birbirlerini tanırken kendilerini tanıyamaz olmuşlardı. Biz olmaya , hayatta biz olarak var olmaya çalışırken, tanışmaya başladıkça yabancılaştıklarının farkında değillerdi henüz. Her karşılaşmada arada oluşan duvara çarpmak ne büyük hayal kırıklığıydı. Yabancılaşmayla başlayan, daha az vakit ayırmalar yeni bir ayrılığın habercisiydi. Belki de aşkı toz pembe yaşamak yanlış olandı. Çünkü zaman geçtikçe insan maskelerinden yorulup kendi kişiliğine bürünüyordu. Birbirini görebilmek için çırpınan insanlardan geriye yoğunlaşan vakit ayıramayan insanlar kalıyordu.

Aşkın yeterli gelmediği tek şey, aynı pencereden bakamamak ve konuşacak bir şey bulamamaktı. İnsan sustuğu zaman yok oluyordu diğerinin kalbinden.
Gülümsemelerinde bile içten pazarlık başlamıştı, uzatmaları oynanan oyunun içinde iki yalnız insan, kimin yenileceğini düşünerek susuyordu. Hatta birlikte oldukları zaman o kadar yalnızlaşmışlardı ki; birbirlerine susmuş, iç sesleriyle konuşur olmuşlardı.

Birini sevmeye başladığı zaman, kaybetme korkusuyla mı kaybetmek için çabalıyordu insan? Ya da birini sevmeye başladığı zaman, daha çok beklentiye girip daha çok eleştirmeye başladığı zaman mı kaybediyordu insan? Ya da nasılsa artık beni seviyor istediğim gibi davranırım benim artık,  mantığı ile davranınca mı kaybediyordu insan?

Sevildiğini anlayınca, hep seveni incitmek miydi oyunun kuralı? Daha az vakit ayırmak, daha az nazik davranmak ve hak ettiğinden daha az mutlu etmek miydi? Vazgeçilmez olduğuna inandığı zaman insan, kötü  yüzünü gösteriyor ve  “Hayat içinde sen olduğu için güzel” dediği insana hayatı çirkinleştirmeye başlıyordu. Oysa vazgeçilmez olsak ölüm olmazdı. Bazen insan yaşayan, nefes alan, bedenden ibaret insanları daha çabuk unutuyordu.

Heyecanla başlayan her yeni aşk, tekrardan ibaret hareketlerle heyecansız hatta cansız bedenlerde son buluyordu. Gözlerde anlamsız bakışlar, yüzde sahte gülümsemeyle, hayal kırıklığıyla hayat kırıklığıyla yeniden başlıyordu arayış. Doğru insanı doğru zaman da bulmaktı tüm arzusu insanın…

Sevgiler
















19 Eylül 2012 Çarşamba

KASTAMONU (Pınarbaşı Ilıca Şelalesi)





Başka şehirlerde nefes almak. Bazen şehrin izini ruhuna katmak ve bazen şehre ruhunu katmak… Gece sabaha kadar heyecandan uyumadan gezilecek yeri hayal etmek. Kastamonu daha önce hiç görmediğim, anılarımın olmadığı bir şehir.
Ankara’dan saat 11.00 de çıktık yola. Sanki hızlı film şeridinden geçer gibiyim. Göz açıp kapayıncaya kadar Çankırı’ya geldik bile. Şehir merkezinden geçerken apartmanların çokluğu ile insanların azlığı dikkatimi çekiyor. Bir an önce ayrılmak istiyorum buradan. Yaşanmamışlık var. Her yerde aynı alışveriş merkezleri, bakkaldan dönme marketler, ve gri apartmanlar.
Virajlı yollardan geçerken yemyeşil ağaçlar görünmeye başladı. Manzara o kadar güzel ki, unutturuyor tüm kötülükleri. Yeşilin her tonunun var olduğu ağaçlar ve gökyüzünün mavisi.  Ilgaz dağında mis gibi havayı solurken şanslı olduğumu düşünüyorum. Dinler  dinlenme tesisinde yemeğin tadından çok testide gelen su ilgimi çekiyor. Ağaçların arasına kurulmuş bu yerde temizliğe takılmamaya çalışıyorum. Yol arkadaşımla bazen gülüyor, bazen konuşuyor, bazen susuyor ve bazen de birbirimize yabancılaşıyoruz.
Kastamonu ufak şirin ve sanki bir gecede kurulmuş bir şehir. Tarihi evler, apartman dairelerinin arasında sıkışıp kalmış. Kastamonu Kalesine çıkarken hediyelik eşya satanları izliyorum. Buzdolabı süsleri, ufak heykeller, üzerinde Kastamonu hatırası yazan havlular. Turistik eşyaların her yerde aynı olmasına takılıyorum. Kaleden;  şehri seyrederken restore edilmiş tarihi evlerin güzelliği ile çirkin apartmanların birbirine hiç yakışmadığını görüyorum.
Ilıca Şelalesini bulmak için düşüyoruz yollara. Köy evlerine hayran kalıyorum. Kastamonu’dan aklımda kalan güzel köy evleri ve harika manzara olacak. Yeşilin her renginin var olduğu yerlerde harika kahverengiden oluşan güzel evler. Krem rengi perdelerin arkasına gizlenmiş hayatlar…Ilıca Şelalesinin olduğu yere gitmek için toz toprak virajlı yollardan geçiyoruz. Sanki arabaya taş atan ufak cüceleri sarı toz yığını saklamış gibi. Büyülü ağaçların arasından geçerken Alice Harikalar Diyarında’ki Alice oluyorum. Tahtadan kurulmuş köprü, medeniyetten alıyor ormanın içine bırakıyor beni. Sonra ağaçlar birbirine sarılmaya başladığında kötü kalpli cadıdan kaçan Pamuk Prenses oluveriyorum. Ağaçların arasında duyduğum hışırtılardan  korkarken, kelebekler ve rengarenk böceklerin arasında kahkahalarım yankılanıyor. Gürül  gürül akan şelaleyi beklerken gördüğüm manzara karşısında hayal kırıklığına uğruyorum.  Hayattan çok fazla bir şey beklemediğin zaman daha az üzülüyorsun. Hayal kurmayı bu yüzden sevmiyorum aslında. Şelale haricinde göl ağaçlar tahta köprü o kadar güzel ki. Manzarayı seyrederken yeşile teslim oluyorum. Göl unutturuyor hayal kırıklığımı…
Kastamonu’ya geri dönüş yolunda İnebolu’ya mı gitsek diye kararsız kalıyoruz. Ankara’da yaşayınca insan deniz kenarını istiyor hep. Ama Kastamonu için çıktık yola diyor ve dönüyoruz şehre. Üniversitenin olduğu yerler cıvıl cıvıl. Havasını değiştirmiş buranın üniversite belli ki. Medresinin içinde  Münire Sultan Sofrasında yemek yiyoruz. Burası temiz ufak bir lokanta. Etli yaprak sarma ve yöreye özgü daha önce tatmadığımız tiritten oluşan yemeğimiz bol sarımsaklı yoğurtla ikram ediliyor. Sarımsağı memleketinde yemek çok leziz.  Lokantanın elemanları öyle içten ki,  bizi yabancılamadan anlatıyorlar hayat hikayeleri ile birlikte şehri.
Bu sefer şehirde insanlarda öyle yabancı ki bana. Dönüş yolunda Ankara’ya kavuşma heyecanı var. Etrafı yeniden seyre dalarken bir sürü geyiğin ağaçların arasında gezindiğine tanık oluyorum. Çocuk gibi seviniyorum. Yolda kavun satan ufacık satış uzmanı, kavunla aynı sarılıkta saçları olan çocuktan baldan tatlı kavunlar alıp evime dönüyorum. Heybemde yeni şehrin anıları, yüzümde yaşadığım günün gülümsemesi var…

Sevgiler



12 Temmuz 2012 Perşembe

AMASYA



Evliyalar ve şehzadeler şehri Amasya,



Çocukluğumun güzel anılarını biriktirdiği bu şehirde büyük adımlarımla gezmeye başlıyorum. Her seferinde garip bir heyecanla her yeri görme isteğim oluyor. Arnavut kaldırımlı taşlarda çocukluğumun izlerini ararken, tanıdık yüz var mı diye bakıyorum. Herkes yabancılaşmışken şehir tüm tanışıklığıyla kucak açıyor bana. Amasya’nın var dağı bir olmazsa bir dağı cümlesi aklımdan geçerken dört bir yanı sarmış dağlara bakıyorum. Temiz havası uykumu getiriyor ama gün az tüm şehri gezme telaşım var.

Teyzemin cennet kokan bahçesinde, kahvaltıların olmazsa olmazı dalından koparılmış domates, salatalık  ve Amasya çöreği eşliğinde çayımı yudumlarken Amasya kokusunu içime çekiyorum. 

İlk önce Pirler Evliyasını ziyaret ediyoruz. Türbenin içinde garip bir huzur, kendine özgü koku ve çocukluğum var. Anneannem geliyor aklıma. Tombul kucağında huzur bulsam yine. Sarsa sarmalasa beni. Yalnız olmadığımı bilsem. Türbenin altında 1.sınıfı okuduğum Hürriyet İlkokulunu görünce 23 Nisan 1981 yılına gidiyorum. Sarı tüllü elbisem ve pırpır eden kalbimle yine çocuk oluyorum.

Teyzem çocukluğumun en güzel ve asla silinmeyen anlarının geçtiği eve götürüyor. Evin bahçesinde kendimden geçiyorum. İçeriye girmeden ben geçmişe döndüm bile. Göz yaşlarını kovmaya çalışırken; çocukluğumu, anneannemi, anneannemin kokusunu özlüyorum. Kaçmak istiyorum geçmişten. Bugünümün boşluğunu hatırlatıyor geçmiş…

Eskiden müzikle akıl hastaların iyileştirildiği Bimarhane’de soluklanıyor kalbim. Tasavvuf müziği var sanki her yerde. Heykellerin arasında sarı kuş merhaba diyor bize. 

Yeşilırmak kenarında evlerin fotoğrafını çekiyorum. Bu şehre de yabancıyım. İnsanlar garip garip bakıyor yüzüme. Melce ile gezmek inanılmaz keyif. II.Beyazıt Külliyesine hayran kalıyorum. Melce ile caminin içinde tüm kuralları bırakarak kıkırdıyoruz. 

Bu ufak şehir gözümde nasıl büyük anlatamam. Semaver çayının tadıyla dağ havasının mahmurluğunu peşime takarak dönüyorum Ankara’ya…

Amasya’ya gitmek isteyenler;

-Yeşilırmak Vadisi’nde Ferhat Dağı ve Amasya Kalesi eteklerinde kurulmuş açık hava müzesi olan bu kenti, kuşbakışı Çakallar Mevkii’nden izlemeden,

-Pirler Evliyasına uğramadan

-Çınar ağaçları altında semaver çayını yudumlarken; Yeşilırmak içerisinden yükselen Roma Dönemi sur duvarları üzerine dizelenmiş Amasya tarihi Yalıboyu Evleri’ni, arkasında yükselen kalker kayalara  ayrılmış Kral Kaya Mezarları’nı ve tepesinde Amasya Kalesi’ni görmeden,

- Taş işçiliğinin nadide örneği portale sahip, İlhanlı Dönemi’nde hastane olarak kullanılan Bimarhane’yi (Darüşşifa) görmeden,

- Osmanlı Dönemi yapılardan birisi olan Sultan II. Bayezid Külliyesi’ni gezmeden,

- Amasya Müzesinin Mumyalar bölümünü ve Hitit Tanrı Heykelini (Teşup) görmeden,

- Hazeranlar Konağı'nı gezmeden,

- Şehzadeler Müzesini gezmeden,

- Saraydüzü Kışlası ve Milli Mücadele Müzesini gezmeden,

- 1914 Maket Amasya’yı gezmeden, 

- Amasya Misket elmasını ve kirazını yemeden,

- Doğa Harikası Borabay Gölü’nü görmeden, dönmeyin lütfen.

Sevgilerimle;





















5 Temmuz 2012 Perşembe

Hayatın Tadı


BANA YALNIZ KUŞLARI VE ÇOCUKLARI BIRAKIN
 
sen susunca
askıya alır birileri
senin yerine
senin düşlerini
 
dinle bak
o sen değilsin ki
onlar yine
soluk soluğa senin içinde
 
denizine varmadan
yorulup dönen sular
birden kayboluyorsa
solgun çizgilerinde yüzünün
birkaç kulaç daha kayar
senden öteye zaman
 
tam inecekken
sarılıp iplerine usancın
çözülür birer birer
dilinin ucundaki sözler
 
gidin dersin
hepiniz gidin
bana yalnız kuşları
ve çocukları bırakın
 
Tekin Gönenç
         
          Yıllarca tek kişilik yatakta yatan biri, çift kişilik yatağa hemen alışamıyor. Yine yatağın ucunu ilişiveriyor. Şatafatlı yatağa yakışmayan bir aksesuar gibi hissediyorum kendimi. Hayata da mı iliştirilmiş aksesuarlarız acaba?
 
          Yalnızlık; kendilerini anlatabilmek için çırpınan insanların çığlıkları arasında dev edasıyla dolaşmak. Çoğu zaman cümleler kelimelere, kelimeler harflere, harfler seslere dönüşüyor. Keşke zamanında ileri geri tuşu olsa. Sevmediğim anları sarsam sevdiğim anlarda takılı kalsam …
 
          Herkesin dilinde dolaşan kimsenin hayatında bulamadığı namusu  insanlardan dinliyorum. Yaşadıkları anları anı yapmaktan korkarak gizlemeleri  beni şaşırtmıyor. Uygun insanlar olmak için uygunsuz davranışlarını ebesi belli olmayan saklambaç oyununda sandıklara kaldırıyorlar…
 
          Yıllar geçerken, sadece takvim değişmedi bende değiştim. Yaşadığım günler hatta dostlarım değişti. Hayatta önem verdiğim şeylerin sırası da değişti. Olgunluğun izleri ruhumu fırçalamaya başladı. Çocukluk üzerime dar gelen elbise misali geçmişe kilitlendi. Kendimle mutlu olma keyfini yaşarken araya başkalarını almaktan, beğenmediklerimi beğeniyor gibi yapmaktan vazgeçtim.
 
          Hayallerimden uzak yaşanmışlıklarımın arasına gizlenmiş suskunluklarım var.her şeye sahipken hep bir eksiğim. İnsanın yüz hatlarına oturan yıllar, tecrübenin bakışlara getirdiği donuklukla, feleğin çemberini çevirirken belimde, kahkahalarım var filmlere şenlik.
 
          Küçük elleri kocaman kalbiyle seven bir çocuğun yanında tüm sevgiler öyle sığ ki. Sadece çocuklar sevsin beni istiyorum. Çıkarsız, hinlik olmadan, melek tadında…


25 Haziran 2012 Pazartesi

TÜKENMEK


Bağışla

Ya zamanından çok önce gelirim
Dünyaya geldiğim gibi
Ya zamanından çok geç
Seni bu yaşta sevdiğim gibi

Mutluluğa hep geç kalırım
Hep erken giderim mutsuzluğa
Ya herşey bitmiştir çoktan
Ya hiçbir şey başlamamış

Öyle bir zamanına geldim ki yaşamın
Ölüme erken sevgiye geç
Yine gecikmişim bağışla sevgilim
Sevgiye on kala ölüme beş (Aziz NESİN)


Çocukluğunda örselenmiş olmanın verdiği kırgınlıkla hayata sarılıyorken küçük mutluluklara karnı aç kuşlar gibi saldırıyordu. En ufak sorunda kabuğuna çekilmesi ışık hızında gerçekleşirdi. Diğer insanlardan farklı olmanın huzursuzluğu ve bilmişliğine inat, ilişkilerinde çocuk adımları atıyor  ve her yeni adımda ya tökezliyor ya düşüyordu. Yine de attığı tüm yeni adımlara sevinmesi insanlara taşıdığı umuttandı. Anı yaşamaktan uzak, geleceğin hoş çakalına yakın pamuk ipliğinde dans etmeyi çocukken öğrenmişti…

Dostlukların, aşkların, nefretlerin, arkadaşlıkların ve hatta ailenin tek bir cümleyle nasıl değişebileceğine şahit olmuş,  hayatın çocukken oynadığı evcilik oyunu kadar eğlenceli olmadığını kabullenmişti. Çıkar ilişkilerinin arasında, yalanlara göz yumduğu arkadaşlıktan bozma dostluklarda  yıllar önemini yitirmiş, nefret duygusu sıradanlaşmış, gün yaşanırken, isimler unutulmuş, günlerin tek anlamı fotoğraf karelerinde gizlenmişti…

Her yeni aşkın heyecanında; doğru insana doğru insan olma çabasındayken kalp kırıklarıyla ve aşk kırıntılarıyla dolu hayal kırıklıkları, insanlara inancını kaybettirmiş aşka daha çok bağlanmasına neden olmuştu.

Tüketirken ve tükenirken, herkes tarafından herkesleştirilmeye çalışırken yalnızlığın kucağında, aşka yakın aşığa uzaktı…


Orta Yaş Halleri

nerde yitirsem hep sende buluyorum başlangıçlarımı sense hiç bitmez gibi bende oynuyorsun tüm saklambaçlarını (Tekin GÖNENÇ) Bir şarkı, bir koku, bir küçük anlamsız eşya kurmaya çalıştığımız yeni dünyamızın kalelerini yok eder. Yaşamdan istediğimiz, her şeyi ucu yumuşacık yazan bir kalemle kendi bildiğimiz gibi kurgulamak, kadere başkaldırmaktır… Kurulu düzen tam olması gerektiği gibi giderken damarımızı bulan sıradan bir zat-ı muhterem, ona basmak suretiyle içinde akan genetik kanı fışkırtır. Camdan surlar tuzla buz olur o an. Nedir bu olanla olmak istenen benlik savaşı kimse bilmez. Değişmek isteriz. Kopmak bağlarımızdan. Dibe vurmadan suyun yüzünde kalmak ve aynı zamanda zevk almak isteriz. Büyümek garip bir biçimde gençlikten uzaklaştırırken bedenimizi bin bir çaba ile bulduğumuz olgunluk çağımız omuzlarımızda yük olmaya başlar. Aslında hem genç kalmak hem de güçlü olmaktır hayalimiz. Tam tecrübelerle bezenen ruhumuz ehlileşmişken yüzümüzdeki çizgilere HAYIRRR demek gelir içimizden. Kadınsı bir sezgiyle gençken kınadığımız estetik operasyonlara mantıklı kılıflar uydurmaya başlarız. Yediklerimizin mutluluğu aldığımız kilolarla ters orantılı biçimde vicdan azabına dönüşürken kendimize ve iradesizliğimize bir küfür savururuz. Kolaydır hayat olgunluk çağında aynı zamanda zordur gençlikten kopuş başladığı için. Tıpkı anne karnından ayrılan bebek gibi nasıl soluk alacağımızı bilemeyiz ömrün ortalarında. Evvelden geçmek bilmeyen zaman şimdi koşturmamıza rağmen yetmez ve sanki jet uçağına bağlanmış bir beceriksiz uçurtma gibi kayıp gider elden. Sevgi, saygı, dostluk, samimiyet eskiden yüklediğimiz anlamlarından sıyrılıp sığ bir hâl almışken hafif bir boşlukta varlıkla yokluk arasında seyrederiz kalan ömrümüzü. Unuttuklarımız ve bizi unutanlar olsa da yalnızlığımızı hobi kulüplerinde, dans kurslarında yok etmeye çalışırız. Oysa algımız zayıflamasıyla, sabrımızın çoktan bizi terk etmesiyle ve öğrendiğimiz yeni bilgilerle kendimizi gösterip ünlü olma hevesimizin geçmesiyle, amaca ulaşamadan son sürat evimize dönüşle sonuçlanır tüm sahne gösterileri. Kendimize olan halleri anlamak için psikoloji kitapları okusak da hayat aynı anda canımıza okumaya devam etmektedir. Umut hem çok yakındır hem de çocukluğumuz kadar uzak. Kendimizi eskisi kadar beğenmediğimizden bir türlü gerçek mutluluğu bulamayız. İşte içimizden yazmak çizmek bağıra çağıra şarkı söylemek gelir. Ruhumuzdaki boşlukları haykırarak doldurmaya çalışırız. Hayat mutluluk oyunları oynadığımız sahte bir sahneyken, hayatın bize vermediği güzellikler için dostlarımızı, akrabalarımızı hatta en sevdiğimiz insanları suçlarız çoğu zaman. Sonrasında hepimiz kadeh kaldırıp hayata, düşe kalka devam ederiz adımlarımıza ama eskisi kadar acımadan ve acıtmadan. Sevgiler

22 Mayıs 2012 Salı

Kalk gidelim bu kalp cok kalabalik. Ayakta kaliriz biz...

14 Mayıs 2012 Pazartesi

Anne Dostum Olduğun İçin Teşekkürler

Birlikte büyüdüğümüz günlerde elinden tuttuğumda kendimi o kadar güçlü hissederdim ki, tüm dünya kötü olsa yanımda sen olduğun için bana bir şey olmayacağını bilirdim. Şanssızlıkların üstesinden gelmeye çalıştığımda tek ve en büyük şansımın sen olduğunu bildiğim gibi. Adaletsiz çarkın içinde bana adil olan tek şey senin annem olman. En zayıf yanım senken, gücünden beslendiğim tek insanda sensin. Çocuk olduğum ama bir türlü kabullenmediğim yıllar aklımda. İnsanlar bana çocuk muamelesi yaparken, sen karşına alıp akranınmışım gibi dertlerini, sevinçlerini paylaşırdın deniz manzaralı balkonumuzda. Seni üzenlerden nefret eder, seni mutlu edenlere tapardım. O zaman kendimle övünürdüm dünyanın en bulunmaz insanının dostu olduğum için. Küçük aklımla sana akıl vermek ne büyük bilmişlikti. Senin dostluğunu kazanmak, kızın olmaktan daha büyük zevkti benim için. Ufacık boyumla büyük işlere kalkıştığımda tüm kalkanlarınla beni korumaya çalıştığın zamanlar hayatın beni hırpalayamayacağından emindim. Bir sürü badireyi birlikte atlattığımız günlerde, hayata insanlara sırt çevirdiğim ve onların bana sırt çevirdiği anlarda hep güçlüydüm çünkü hep sen vardın. Dünümde bugünümde yarınımda tüm sevginle yanımda olduğundan emin olduğum tek melek… Beraber geçirdiğimiz her an kanatlarının altında olma keyfini bana yaşattığın, kimsenin sevgisine muhtaç etmediğin, hayata karşı dik durma özgürlüğünü sağladığın, zor şartlarda, sevgisiz insanların arasında sevginle beni doyurduğun, dünyam olduğun, annem olduğun için sana binlerce teşekkürler. Çocukluğumun kraliçesi, gençliğimin sırdaşı, olgunluğumun meleği canım annem seni çok seviyorum. Tüm annelerin anneler günü kutlu olsun… Sevgilerimle;

7 Nisan 2012 Cumartesi

Yalnızlığa Veda

Yalnızlığa Veda
Tarih : 2012.04.07 19:38:30


Yeryüzünün hikâyeleri ve gözyaşları sonsuzdur. Her yeni doğan bebek gözyaşları eşliğinde ağlayarak sesini duyurmaya çalışırken, hikâyesine de başlamış olur. Birbirinden farklı bir sürü yaşam ile birbirinden farklı insanların ortak hikâyesi, doğumla birlikte yazılmaya başlar. Ağlayarak geldiğimiz bu dünyadan derin bir sessizlikle gideriz çoğu kez. Gözyaşları ile merhaba dediğimiz hayatta gülümseyebilmek hepimize ödüldür belki de…

Hepimiz biraz da oyuncuyuzdur aslında. Mimiklerin arkasında ne çok şey gizlenir. Misafir gelince ortaya çıkarılan porselen takımlar gibi; kahkahalarımız eşliğinde en neşeli, en alımlı, en parıltılı halimizi takınırız çoğu kez. Oysa hayatımız, atıp kurtulmak istediğimiz gündelik yemek takımları gibi çizik ve kullanılmaktan yıpranmıştır. Dudaklarımız bizden bağımsız gülme krizlerine ev sahipliği yaparken, acılarımız canımızı yakan kor parçaları gibi “gül gül ben sana sonra sorarım” dercesine birikir içimizde. Tek başımıza kaldığımızda biliriz ateşin nasıl da yakacağını... Yalnızlık kapıyı çaldığında şen kahkahalarımız nadide parçalar gibi ruhumuzun içlerine doğru yolculuğa başlar ve özenle sakladığımız hüzünlerimiz sahneye çıkar yavaştan. İnsanlardan utandığımız için paylaşmaktan çekindiğimiz sancılı hayatımızla birlikte anılarımızı yalnızlığımızda saklarız.

Gülmek mucizevî bir eylemdir. Kahkahalarımızda tasarruf da neyin nesidir o zaman? Ne zaman alışılmıştır bu duruma? “ Çok gülersen başına kötü şeyler gelir” cümlesiyle büyütülmek hepimiz için en kötüsüdür belki de kim bilir? Ya da “gülersen iyi gözle bakmazlar sana” cümlesi midir acılara yaklaştıran insanı? Üzüntüyle beslenen ruhun mutlu olması ne kadar mümkün olabilir ki? Gülen çoğu kez yüzümüzdür oysa ruhumuz derin yalnızlıklarında loş ışıklı bir köşe bulup susaaar da susar…

Yaşanmışlıklar yaşımızdan fazla olmaya başladığında tüm dengeler bozulur. Anı biriktirmekten korkar gün öldürmeye başlarız bir cani gibi. Herkesten çabuk vazgeçerken, herkesi çabucak unuturken, terk edemediğimiz ve bir türlü bağımızı koparamadığımız geçmişimiz, sırtımızda kambur olmaya devam eder. Cümlelere sığdıramadığımız yaşamımızı sandıklara da kilitleyemeyiz. Bazen bir kokuyla, bazen bir kitapla, bazen bir şarkıyla birden çıkıverir karşımıza. Acı hayatı yapay tatlandırıcılarla şekerlemeye çalışırken labirentte yolunu bulamayan fareler gibi her seferinde başa döneriz umutsuzca.

Oynadığımız roller bazen birkaç beden büyük gelir bize. Daha anne baba olmadan öyleymişiz gibi sorumluluklara gebe kalınca kendi hayatımızdan çalarken başkasının başrolünü oynamaya başlarız. Farklı insanların arasında kaybolmanın en iyi yolunun sessiz kalmak olduğunu da biliriz. Sığ insanların yanında onlar gibi davranarak aralarında fark edilmeden yaşama devam ederiz. Derin insanlarlayken ise gerçek kişiliğimiz seriliverir ortaya. Hayatımızda da ayna gibi dostlara ihtiyaç duyarız. Tam bu noktada tüm sıkıntılar dağılıverir. Oyun yormuştur artık ruhu. Kahkahanın yakın arkadaşı gözyaşı yerini alır güzel yüzlerde. Neysek oyuzdur. Genç yüzlerimizde yaşlanmış ruhumuza inat arınmışızdır tüm yalanlardan sahteliklerden. Gözyaşlarımız tam zamanında yetişmiştir imdada. Yıkamıştır tüm izleri. Düşük ısıda bembeyaz olmuştur hayat. Arınmak iyidir. Bir şey yolunda gidiyorsa bir terslik var gibi bize öğretilen hayata başkaldırma zamanı gelmiştir artık. Yüzleştiğimiz ve hayata dair ne varsa bizi biz yapan, gün yüzüne çıkmış ve içimizdeki küçük dünyanın aydınlanma çağı başlamıştır. Hayatı anlamlandırıp çözdüğümüz noktada da başka hikâyeler yazılmaya başlanır artık umuda dair…

Sevgiyle Kalın

6 Nisan 2012 Cuma

BENİM CÜMLELERİM

* Herseyden bihaber olmak, agzimi yayarak konusmak, kelimelerin anlamini bilmemek, her zaman hakli cikmamak isterdim... Ve el bebek gul bebek yasamak...
* Gosteris icin okuyan insanlarin, tipki hayatlari gibi cumleleri de derme catmadir. Yazarlarin cumleleri ile konusurlar, kendi kultursuzlukleriyle yasarlar..
* Cocuklukta ki kayiplar zor unutulur. Peki kaybolan cocukluksa?
* Yaş aldıkça ve statüleri değiştikçe saygısız olanların karşı taraftan sürekli saygı beklemeleri...
* Genc yuzler, yasli ruhlar, kahkahalarin ardina gizledigimiz yasamlar, mimiklerimizde ki cizgilerde unutmaya calistigimiz gecmisti gizlenen..

18 Mart 2012 Pazar

Çınar Altında Yaşanmışlık

Otobüs terminalinde etrafımı seyrediyorum. Kaygılı, mutlu, bıkkın, heyecanlı, el ele tutuşmuş insanlar arasında, anlamlı anlamsız tüm konuşmalar kulağıma geliyor. Çocukluğumdan beri terminaller bana terk etmeyi ve terk edilmeyi hatırlatıyor. Garip bir hüzün, huzursuzluk, gerginlik çöküyor yüreğime. Sanki hiç dönmeyecekmişim gibi hissediyorum kendimi ayrıldığım şehre…

Terminalleri neden yeşile boyarlar, neden bu kadar çirkin mimari ile yapılır diye düşünmeye başlıyorum. Bekleme koltuklarına bakarken tuhaf bir tiksinme oluyor içimde titiz kadınlara has. Otobüs saatine kadar dolaşmaya karar veriyorum. Kitaplar, oyuncaklar, kafeteryalar soğuk ve sevimsiz Ankara terminalinde yerlerini alıyorlar. Birbirinden farklı insanlar burada aynı havayı soluyor ve bu kalabalıkta, soğukla birlikte yalnızlığım yüzüme çarpıyor.

Sonunda yolculuk saatimle birlikte ablam geliyor. Tüm bu duyguları terk ediyorum ve heyecanlanmaya başlıyorum. Çocuksu mimiklerimle yeni bir yer görecek olmanın mutluluğu sarıyor benliğimi. Obsesif kişiliğim sebebiyle otobüslerin sağ tarafı ve cam kenarını tercih eden ben, nedense bu yolculukta bütün takıntılarımı bir kenara koyup sadece gideceğim yeri merak ediyorum. Muavinin servise başlamasıyla otobüsün içine nefis bir kahve kokusu yayılıyor. Oldum olası gece yolculuğuna bayılırım. Işıkların kapanmasıyla zifiri karanlıkta ablamla fısıldayarak konuşmaya başlıyoruz. Oysa kahkahalarım duyulsun, heyecanımı herkes paylaşsın istiyorum. Terminaldeki yalnızlığımdan eser yok. Sanki herkesle kırk yıllık ahbabız da aynı mekânda geceyi paylaşıyoruz. Ne de olsa aynı amacın ortak ruhlarıyız o an; gideceğimiz yer aynı.

Saatler sonra Ödemiş’teyiz. Ankara’dan kilometrelerce uzak olan bu yer oldukça farklı geliyor bana. Otobüsten iner inmez ilk gözüme çarpan limon satan yaşlı bir amca. Sarı limonlar, tıpkı yılların yüzüne yerleştirdiği çizgiler gibi gelişi güzel yerlerini almış tezgâhta. İçimden bu anı fotoğraflamak geliyor ama uyku mahmurluğuyla vazgeçiyorum. Buranın havasını solurken esas sürprize az kaldığını hissediyorum…

Bu sürprizi, misafirperverliği ile gönlümüze taht kuran mihmandarımızın planladığını neden sonra öğreniyorum. İş için gelmiş olmamıza rağmen; küçük bir gezi programının bizi kasabaya gönül bağıyla bağlayacağını hissediyorum. Birgi diye bir kasabada tarihin tozlu sayfalarında buluyorum kendimi. Kocaman bir müzenin içerisindeyim ve geçmiş yıllarda yaşıyorum sanki. Taş evler, koca çınar ağaçları, türbeler, medreseler arasında Birgi ipeklerini giydiğimi hayal ediyorum. İnsanlar konuşuyor, gülüyor, mutluluk insandan insana geçen bulaşıcı bir hastalık gibi yayılıyor hemen herkese. Sıcak ve samimi insanlar arasında olmak çok güzel. Birbirlerini tanımanın verdiği huzurla selamlaşıyorlar kasabalılar. Mihmandarımızın Birgi havlusu hediye etmesi ile mahcup bir sevinç duyuyorum içimde. Fotoğraf makinem elimde. Her yeri fotoğraflama telaşındayım. Bir bilim kurgu filminin başrol oyuncusu gibiyim, gelecekten geldiğim çok belli bu tarihi kasabaya.

Çınaraltı Pansiyon’da tahta masalar, üzerinde demlik olan soba ve arkamda duran bilgisayar dikkatimi çekiyor. “İşte gelecekten bir parça daha” diyorum içimden. Şimdi enfes bir köy kahvaltısı var. Özlediğim gibi sobada kızarmış ekmekler, tereyağı, çökelek, sigara böreği, yağda yumurta ile soframız donatılıyor. Gittiğim yerlerde çatal bıçağından, yemeklerin tadına kadar her şeye kusur bulan ben, sobada ısınan çayımı yudumlayarak, büyük bir iştahla yemeye başlıyorum. O an modern dünyamda irdelediğim şeylerin aslında özlemini duyduğum bu doğallığa uzak olması ile ilintili olduğunun farkına varıyorum. Pansiyon çalışanları yüzümüzdeki beğenme ifadesinden memnun, gülümsüyorlar. Yan masada Datça’yı anlatan biri “burada çok durmayın alışır kalırsınız diyor” şaka yapıyor sanıyorum. Mahcup bakışlı, masmavi gözleri olan yazmalı kız, kızarmış ekmek getiriyor. İşte şimdiden bu zamanda burada kalsam diyorum…

“Birgi” Aydınoğulları’na başkentlik yapmış, Yörüklerin bulunduğu harika bir kasaba. Keşke burayı fotoğraflarla anlatacak kadar iyi bir fotoğrafçı olsaydım diye hayıflanıyorum. Dijital makinemle her karenin fotoğrafını çekerken, karşıma hurdacılar çıkıyor “abla bizi niye çekmiyorsun diyorlar” şaşırıyorum, hemen deklanşöre basıyorum. Fotoğraflarını çekip çekmediğimden emin olmadan teşekkür ediyorlar. Bu güvenleri o kadar hoşuma gidiyor ki, kelimelerin arkasında art niyetin olmaması ile hoş bir fotoğraf karesi yakalıyorum. Burada insanlar içinden geldiği gibi davranıyor. Büyük şehirlerin aksine içlerinden kötü bir şey gelmemesi ise insana hoş bir güven duygusu veriyor. Yanlış anlamaktan, yanlış anlaşılmaktan uzak insan olmak ne çok özlediğimiz bir şey belki de…

Büyük Birgi Müzesi’nde yaşanmışlıkların izlerine bakarken modern dünyama dönmeden burada yaşlanmak istiyorum. Köy kahvesinde her gün neler konuşuyorlar merak ediyorum. Birkaç saatim daha olsa hepsiyle konuşsam istiyorum. Bayraklarla ve Atatürk fotoğraflarıyla süslenmiş bu kasabada kaybolsam, türbesinde dua etsem, koyunlarını otlatan çobanı izlesem, hediyelik eşya satanlardan biri olsam, küçük konaklarda yeniden var olsam kimse bulamasa beni, öyle ki kendim bile bulamasam kendimi ne güzel olur. Aynı ülkenin içinde bu sade hayat neleri kaçırdığımı bu kadar hissettirmeseydi keşke. Kasabalılarla kentliler arasındaki tek fark huzur sanırım, Onlar müthiş bir kabullenmeyle hayatlarıyla daha da önemlisi kendileriyle barışmışken biz koskoca kentlerde kendi elimizi bile sıkmaya fırsat bulamayan entrikakolik insan yığınları olarak kalacağız. Birkaç saat sonra taş evlerden, çınar ağacından, dereden, doğal insanlarından uzaklaşacağım. Ben burası için herhangi biri, burası benim için hoş bir anı olarak kalacak… Ama en azından artık ne istemediğimi bildiğim için ceplerime huzuru, farkındalığı, şeffaflığı koyup dönüyor olduğum için hep kendimi şanslı sayacağım.

Sevgiyle Kalın

9 Mart 2012 Cuma

Zorunlu, Zor Yazı

Tam da zamanı geldi kadına methiyeler düzmenin… Süslü püslü yazılar, çiçeklerle dolu masa fotoğrafları, eş dosttan gelen ufak notlarla “Kadınlar Günü” kutlayacağız, altın günü kutlar gibi. Evdeki tüm malzemelerle en güzel sofraların kurulduğu, diğer günler çorbaya talim edildiği altın günlerinin benzerini kadınlar gününde yaşayacağız. Herkes “kadına şiddete hayır” diyecek ve sonra ki günlere inat, yarın bizi çok sevecekler. Malûm 8 Mart. “Kadın”, kelimesi akılda ne çok çağrışımlar yapıyor. Hem işçi hem anne, hem amazon hem kristal yürekli, hem melek hem şeytan, hem gece gibi gizemli hem gündüz gibi apaçık. Bütün dünyevi durumları içinde barındıran bazen narin, sade, savunmasız, bazen güçlü, karmaşık, güzel bir gövdenin içinde biriken hayatların sahibi…

“KADIN OLUNMAZ KADIN DOĞULUR” demek geliyor içimden. Toplumun koyduğu kalıplara direnen ama kendi duvarlarında esir, küçük hayatlarda devleşen varlıklarız. Bir çok kere kırılan kalplerle, hayatı güzelleştirmeye çalışırken, yaşama hakkımız için mücadele ederiz. Hayatımızı adadığımız insandan ilk tokatı yerken, baba baskısıyla kimliksizleştirilirken, iş yerinde cinsiyet ayrımına maruz kalırken, masallarda bile prensesi mutfağa sokup hizmetçi kılığına büründürürken, hayatı sorgulamamız için binlerce neden varken, kadına şiddete hayır diyenlerin şiddetine maruz kalırken sözüm ona “dünya kadınlar günü” olan 8 Mart bize bahşedilir.

Oysa;

Tüm Ocaklar bizimdir: ocağını biz tüttürdüğümüz sürece,

Şubatlar bizim: Aşka kucak açtığımız karda, kışta kıyamette

Mart: Kapıdan baktırırken kazma küreği yakan biziz Mart da bizim,

Nisan: Bir çok hemcinsimize adını damga gibi vurduğundan Nisana da talibiz,

Mayıs: 1’inde işçi olduğumuz sonrasında hergün daha çok çalışmak zorunda kaldığımız gerçeğini değiştiremeyen bayram ayı da, ona da talibiz,

Haziran- Temmuz- Ağustos: Deniziz, güneşiz, sıcağız,

Eylül- Ekim- Kasım: Hazanız, gözyaşıyız ve ölümüz…

Aralık: Sonuz ve yeniden küllerimizden doğacağız…

Velhasıl kadınız, tüm güçlüklerin üzerinden gelecek kadar güçlü, tüm çirkinliklere boyun eğdirecek kadar güzel, kötülüğe başkaldıracak kadar iyi, hayatı sindirecek kadar dopdolu ve dünyaya başkaldıracak kadar anne, sevgiyi öğretecek kadar aşk, yaşama renk verecek kadar ç değişiğiz…

DÜNYANIN TÜM GÜNLERİ KADINLAR GÜNÜ; HER GÜNÜMÜZ KUTLU OLSUN!

Sevgiler

27 Şubat 2012 Pazartesi

Bembeyaz

Acaba çocukken yaşadığımız dünya daha mı farklıydı? Hayattan korkmadan, cesur seslerle “en güçlü benim” edasıyla yürüyor, büyüklerin sesini, kendi seslerimizle örtüyorduk. Dört mevsim bile bizim için vardı. Hele bembeyaz karların yağdığı kış aylarında pencereden, küçük pamuk tanelerinin şehri süslemesini seyreder, sobanın sıcaklığında mahmurlaşırdık.

Üzerimizdeki elbiselerin, ne markaları ne de renk uyumu önemliydi. Tek derdimiz karla bütünleşmekti. Ufacık bedenlerimizin mutluluğuydu karda yuvarlanmak… Oyun, çam ağaçlarının üzerindeki kristalleri silkelemekle başlardı. Kendimizi kahkahalarla dolu, kartopu savaşının içinde bulurduk. Savaşırken attığımız neşe çığlıkları, tüm savaşların kartopundan ibaret olduğunu düşündürüyordu belki de…

Karda yürür ayak izimizi belli ederdik. Çünkü bizi arayan dostlarımızın arkamızdan gelmesini isterdik. Amacımız kaçmak değil yakalanmaktı. Çocuk bedenler küçük ama yalnızlığa izin vermeyecek kadar büyük ruhlar taşıyordu. Bizler hala maskelerle tanışmamış, ağaçların arasında beyaza bürünmüş yerlerde ışık saçan çocuklardık. Kış soğuğunda şarkılarla geceye eşlik ediyorduk. Ya da tüm dünya bize eşlik ediyordu. Kar taneleri bile üzerimize dostlukla yağıyordu…

Beyazın verdiği yorgunlukla evlere dağılır ve kedi misali sobanın yanında alırdık soluğu. Sabahın erken saatlerinde her şey yeniden başlardı. Savaştan yorulunca dinlenmek için, sadece bir baş ve gövdeden oluşan koca bir kardan adamı süslemeden yapardık. Gözüne iki kömür parçası, burnuna bir havuç, koluna bir süpürge takar sonra da onu yalnızlığına terk ederdik.

Acaba şimdi ki çocuklarda farklı dünyaya mı aitti? Yirmi-otuz kişilik gruplarla kartopu savaşı oynuyorlar mıydı? Sokaklar o kadar sessizdi ki. Çocukların kahkahalarını hiç duymaz olmuştuk. Sobalı evlerin yerini sadece kendini ısıtan kalorifer petekleri almış, sokaklarda ki çocuk seslerinin yerini sessiz çığlıklar kaplamış ve ortamı sıcaklaştıran her şey geçmişte kalmıştı. Bizler için kar, kartopu savaşı değildi artık. Şimdilerde yollarımızı kapatan, yürümemize izin vermeyen, bizlere geçmişte boğulmayı öğreten tanelerdi. Eskiden çocuk kalbimizi neşelendiren bu sulu pamuk tarlası artık ağaçlara gelinlik giydiren, fotoğraflara manzara olan beyazlık olmuştu.

Hiç bir şey çocukluktaki gibi değildi, şimdi ki çocuklar bile. Sobada kızaran ekmeğin kokusunu almadığımız gibi, artık yakalanmaktan yorulmuş, izimiz belli olmasın diye kaçar olmuştuk. Kardan adamı bile yalnızlığımıza dost olsun diye insanlaştırmaya çalışıyorduk. Büyümek kar’ın herkese farklı yağdığını öğretmişti. Bazılarımız konforlu evlerde lapa lapa yağan karın tadını çıkarırken, bazılarımız mahsur kalıyordu köylerinde. Kar botlarının sıcaklığına sakladığımız ayaklarımızla, sadece çorapla yırtık terlikle gezen çocukları karşılaştırıyor, aklımızın ermediğini televizyonda seyrediyorduk.

Kimilerine kar, kayak tatili olurken, kimilerinin donarak ölmesine neden oluyordu. Kartopu savaşının yerini yaşam savaşı almıştı. Artık çocukken olduğu gibi pamuk yığını değildi bu beyaz esaret. Belki de adaletsiz dünyanın çıplaklığını yüze çarpan buzdan bir aynaydı…

Sevgiler

25 Şubat 2012 Cumartesi

Sihirli Dünyada Tüketirken Tükenmek

Zamanın birinde insanların vizesiz gidebildiği, olabildiğince görkemli, ışıltılı, fotoğraflarla süslenmiş sihirli diyar da eksikliklerimizi tamamlamaya çalışıyorduk.Sanal dünya adı verilen, herkesin birbirine çok yakın ve aynı zamanda birbirinden çok uzak olduğu bu diyarda önceden sadece kelimeleri tüketiyorduk. Zamanla kelimelerin ötesinde duygular ve değerleri tüketmeye başladık.

Henüz kimse kimseyi aldatmamışken, birbiriyle dost olma çabasındayken, gösterilen içtenlikler ve paylaşımlarla kendimizi bulma yolundaydık. Bu günlerde ünlü olma hastalığına yakalanmadığımız için, eski günleri yaşar gibi tatlı dertleşmelerle hayatımızı, hayallerimizi paylaşıyorduk. Fenomenleşme hastalığı ile birlikte günaydınlar anlamsızlaşmaya başlamış, her şeyin yazarak anlatıldığı bu dünyada zamanı tüketirken tükenir olmuştuk…

İsmini, cinsini, yaşını, maddi durumunu merak etmediğimiz insanlarla hergün bilgisayar ardında birlikteyken, arama motoru google ile bilgilenen insanların paylaşımlarını yandan gülümseme ile okuyorduk. Her yerde kendi olmayı seven insanlardık. Bu yüzden sahte hesap açanlara anlam veremiyor ve ünlü ünsüzlerden kaçıyorduk. Gerçek ve sanal olarak ikiye ayırdığımız dünyamızda önceliğin hangisi olduğu belli değildi.

Hiç sesini duymadığımız, yüzünü görmediğimiz insanları özlerken hatta sevmeye başlarken, her gün gördüğümüz insanlarda kusur bulup uzaklaşmaya çalışmakta neyin nesiydi?

Bilgi çağında kitap, gazete okumayı bırakıp tüm hayatı twitterdan takip edecek, facebookda şiirleri, özlü sözleri öğrenecek kadar tembelleşmiş ve insanları sanalda sevecek kadar tuhaflaşmıştık. Oysa bir tuşa birbirini terk etmek o kadar kolaydı ki. Üstelik geride bir sürü yalan bırakarak….

Kendi olmaktan vazgeçen insanlar, gerçek hayatta istemediklerini yaşarken ve istediği hayata hayallerini katarak sanalda sahip olmaya çalışırken kısır döngü içerisinde mutluluk haplarına esir olmuş her iki dünyadan kopmuş halde ve bir sıra TV de ünlü olmaya çalışan, bir iki programa çıkınca havalarından yanına yaklaşılmayan, sabun köpüğü gibi yok olan insanlar gibiydiler. Sonrasının müthiş boşluk, terk edilmişlik olduğunu bilmiyorlar mıydı?

Bu diyarda ülkeyi yönetebilecek kadar siyaset bilgisine sahip ne çok insan görmüştük. Üstelik bu işin eğitimini almışlar susarken, bu kadar insan ahkâm kesiyordu. Demek ki siyaset için sanalda var olmak yeterliydi. Her değer sıradanlaşırken biraz daha kendimizden ödün veriyorduk… En çok da kendine bile saygısı olmayanların saldırısıyla yıpranıyorduk. Hiç tanımadan birini incitmeye çalışmak hangi incinmişliğin, hangi dışlanmışlığın sonucuydu? Popüler olma çabasında 140 karakterle sınırlı yazılanlar, takipçi sayısı ile kısıtlanmış beyinler, matematiksel değerlerle nasıl da değersizleşiyorlardı. İyi niyetin, içtenliğin yalakalık kabul edildiği, ukalalığın gündem yarattığı, duyguların hiçe sayıldığı bu dünyada diğer dünyadaki kadar yalnızlığa mahkum ediliyorduk.

Günaydın demeye korkan bizler, 140 karaktere aşklar, dostluklar, nefretler, benlikler sığdırıyorduk. Tüm duygularımızı tüketirken nasıl da tükeniyorduk…Bunun yanı sıra; bizden gizlenmeye çalışan tüm gerçekler twitter sayesinde gün yüzüne çıkıyordu. Sokaklarda sessizleştirildiğimiz kadar twitter da susturulamıyorduk.

Sanal dünyanın büyüsünde, çok güzel insanlarla tanışma fırsatı da vardı. Hayatımıza renk, tat ve hatta sevgi katan insanlar bu diyarı terk ettirmiyorlardı. Her birinden yaşamın güzelliğini dinlerken, farklı hayatlara açılan pencerelerde kayboluyorduk. Nefret ve şiddet dolu ikili dünyada, sevmeyi bilen insanlarla dost olmak da bir tuş kadar yakındı…

Kendimiz gibi olan dostları ararken bizleri yoran insanları görmezden gelmek hayatın, hayallerin hatta rüyaların en güzeliydi…

Sevgiyle Kalın

9 Şubat 2012 Perşembe

Çeyiz Sandığında İncinmişlikler

“Birini sevmek bu kadar kolayken, sevgiyi yaşamak niye bu kadar zordu?” Aklında ki soruyla, evinin odalarında dolaşıyor ve eşyalarından cevap bekliyordu. Bazen eşyaların insanlardan daha canlı, daha duygusal, daha insan olduğunu düşünürdü. Tüm eşyaları Onun için seferber olmuş anlattıklarını can kulağıyla yargılamadan, akıl vermeden, incitmeye çalışmadan sessizce dinliyorlardı.

Canını sıkan bu çabuk terk edişlere ve hiçleştirme çabalarına, sarıp sarmalayan eşyaları bile cevap bulamıyorlardı…

Eşyalarının arasında hissetmediği yalnızlığı, insanlar arasında hissetmesinin sebebi belki de buydu. Hissettiklerini anlatmaya kalktığı zaman, herkes kendi doğrusu ile yargılamaya başlıyor ve bilmiş edayla kendi hatalarını örtbas ederek onun hatalarıyla dalga geçiyorlardı. Aslında yaptığı hatalar yaşadığı hayatın birikimiydi.Tüm güçsüzler etrafına toplanmıştı sanki. Aynaya bakmaktan, kendileriyle yüzleşmekten aciz insanlar, ahkam kesmekte çok başarılıydılar.

Kalbini her açtığında, fal taşı gibi açılmış gözler ve şaşkın yüz ifadelerinin arasında ne yapacağını şaşırıyordu. Çünkü bir anda sevdiği tüm insanlar; kalbini talan etme telaşında incitmeye başlıyorlardı. Ya yapamadıklarının acısını çıkarıyorlar ya yaptıklarının utancını atmaya çalışarak hırçınlaşıyorlardı. İnsanı, kendi olma özgürlüğünden mahrum edenler arasında sirk oyuncusu edasıyla ateşte yürüyordu.

Hayatlarını şekillendirmeyi beceremeyenler, evcilik oyunun içerisindeymiş gibi nasılda şekil vermeye çalışıyorlardı onun hayatına. İnsanları olduğu gibi sevmenin yanlışı neydi acaba? Kuralların arasında, kuralsız gezerek başkalarına hayatı zindan etmek neyin sevgisizliğiydi…

Renkler, yüzler farklı olduğu gibi karakterlerde farklıydı. Hatta karaktersizlikler bile birbirinin aynı değildi. Tüm arkadan söylenen sözlere kulak tıkadığı gibi, yüzüne söylenen her söz içinde, acaba kendi ne yaşadı diye düşünüyordu. Bu sahtekarlık öyle yoruyordu ki, sessiz çığlıklarla bakıyordu yüzlerine.

Daha fazla ne kadar ileri gidebileceklerini hayal etmekten kaçınıyordu. Hırsların sınırı yoktu, sevginin sınırı olduğu kadar…

Günlüğüne yazdığı sıradan cümlelerin arasında ne çok sır saklıyordu. Kahkahalarının ardına sakladığı yaşanmışlıkları gibi…

Sevgiye sıra gelince herkes o kadar meşgul ve o kadar uzaktı ki; yeni tanıştığı insanlarda kendi kabuğuna çekilir ve meşguliyeti bitince beni sever mi acaba diye düşünmeye başlardı. Çünkü meşgul insanlar, ışık hızıyla geliyor, lazer hızıyla çıkıyorlardı hayatından…

Sevmekten uzak bu insanlar; kırdıkları kalpten habersiz, diğer tüm onu üzen incinmişlikleri gibi çeyiz sandığına kaldırılıyorlardı…

6 Şubat 2012 Pazartesi

"Zoraki sohbetler her zaman tıkanır..." Verda Başpehlivan

30 Ocak 2012 Pazartesi

"Topuklu Ayakkabıyla Büyümek"

Çocukken annesinin topuklu ayakkabılarını giyer, rujunu sürer ve ayna karşısında saatlerce kendisini seyrederdi. Babasının yurtdışından getirdiği ve içi makyaj malzemeleri ile dolu sihirli kutuların arasında kaybolur, her sürdüğü farda kendini büyümüş hissederdi. Aynalara alıştığı gibi, topuklu ayakkabılara da çocukluk yıllarından alışmıştı. Annesinin “çıkar onları, düşüp bir yerini kıracaksın” cümlesine inat; podyumda yürüyen manken edasıyla, evinin salonunda uzun yürüyüşler yapardı. Şımarıklığına atılan kahkahalar, yüzüne sürdüğü süsler kadar eğlenceliydi… Süse merakıyla dalga geçen anneannesi; “bu kız erken evlenir” cümlesini her kurduğunda, yüzü alev alev yanar, çığlık çığlığa “ben evlenmeyeceğim” diye bağırırdı. Anneannesi “hep böyle diyenler erkenden koca bulurlar” diye uzatıp, ağlatırlardı Onu. Yüzünde ki tüm boyalar akar, göz yaşlarıyla bir başına kalır, kendini evlenmeyeceğine dair söz verirken bulurdu. Dudaklarında ki ruj, yanağında ki allıkla öyle mutlu olurdu ki, makyajlı yüzüyle neden dışarı çıkmasına izin verilmediğini hiç anlamazdı. Bu yasakları aşması için büyümesi gerekiyordu. O yüzden yıllar bir an önce geçmeliydi. Büyümenin aslında can acıtacağını bilmeden, makyaj malzemeleri, parfümler, gece elbiseleri ile özgürlüğün tadını çıkaracağı günleri hayal ediyordu… Yıllar sonra, bu kadar istekle beklediği anları yaşamaya başladığında, insanların canını acıtmaya başlamasıyla, büyümenin eğlenceden çok, eğlenceyi elinden almasıyla, yılların geçmesine üzülüyor ve çocukluğunda ki anılara sıkı sıkı sarılıyordu. Her yeni yaşında insanlardan uzaklaşması için bir sebep vardı. Büyümek düşündüğü gibi mutlu etmemiş, bir sürü yasağı, kuralı ve kısıtlamayı beraberinde getirmişti. Çocukken kahkaha krizleri herkesin hoşuna giderken, büyüdüğünde attığı her kahkaha ile birlikte isminin önüne eklenen bir sıfat, eleştiri ve hoşlanmayan gözlerle Ona bakan ve kendi olmasına izin vermemeye çalışan insanlar arasında özgür olmanın imkansızlığını anlamıştı. Çünkü Onun özgürlüğü, diğerlerinin ruhlarında ki hapis hayatını hem kendilerine hatırlatıyor hem de herkesin gözleri önüne seriyordu. Evliliğin mertebe olduğuna inananlar arasında dolaşırken, bekarlığından rahatsız olması bekleniyordu. Her gittiği yerde “neden evlenmiyorsun” sorusuna ne cevap vereceğini bilemez, şaşkın şaşkın “neden evleneyim ki” derdi. Kendini güvence altına almak gibi bir mantıkla çıkar ilişkisinin yaşandığı kuruma dahil olmayacaktı. Bu sefer makyaj malzemelerine kandığı ve büyümek için sabırsızlandığı yıllarda olduğu gibi oyuna gelmeyecekti. Beyaz gelinlikler, düğünler, tek taşlarla süslenip en cazip haliyle insanlara sunulan bu hayat onu korkutuyordu. Bu kadar mutsuz ve boşanmış çift varken, aşk olmadan biriyle aynı evi paylaşmak için, gelinlikten, düğünden, tek taştan çok daha fazla rüşvet gerekiyordu… Biz olmayı bilmek ve biz olmayı bilenle bir ömürdü yeni hayali… Kaynak : http://www.migmedya.com/yazar.asp?yaziID=5305#ixzz1kx3PNGEn

24 Ocak 2012 Salı

VERDA SÖZLERİ

* Çocuk kandırır gibi kandırıyorsun... Oysa ben çocukları da kandıran insanları hiç sevmem...
* Sevmekten hiç usanmadım ama değmeyecek insanları sevmekten çok utandım...
* Seninle sevdigim gunler var... * Sessizdir gidişlerim sadece sende gürültü olur...
* En bağlandığım zamanlarda terk etmelerim var benim. Alışkanlıklarım çabuk değişir bu yüzden...
* Söylediklerinle yaptıkların arasında öyle uçurum var ki.Ben söylediklerini severken yaptıklarından nefret ediyorum...
* İnanmadığım cümleler kuruluyor. Tüm sevdiğim kelimelerin büyüsü bozuluyor. Harfler her dudağa yakışmıyor...
* Fakirlik hem yasamasi hem saklamasi zor donemdir...
* Sessiz harflere ses veren sesli harfler gibi her şey. Bazıları hep sessiz hayatta bazıları hayata ses verir...Aşk çocukların elinde oyuncak olmayacak kadar, son demlerinde zorlanmayacak kadar güzel...
* Cocuklukta ki kayiplar zor unutulur. Peki kaybolan cocukluksa?
* Genc yuzler, yasli ruhlar, kahkahalarin ardina gizledigimiz yasamlar, mimiklerimizde ki cizgilerde unutmaya calistigimiz gecmisti gizlenen...

19 Ocak 2012 Perşembe

Yalnızlıkta Büyümek

Dünde kalan tecrübesizliklerimle hayatıma devam edebilseydim keşke. Çocuk ruhumla büyümeyi istediğim, yaşarken güzelliğinin farkına varmadığım yıllara duyduğum özlem, kendime duyduğum özlemdi aslında. Mahçup, sevmekten sevilmekten hoşlanan, iltifatlarda yüzü kızaran, bakışlarında saflık olan benden, yılların şekillendirdiği ,iltifatlara kahkaha ile gülen, yaşamışlığın verdiği tüm bilmişliğin yüzüne işlediği bir ben olma sürecinde; aşklarım, nefretlerim, insan olma ve olmama halimle ne çabuk büyümüştüm. Pastanın üzerinde söndürdüğüm mumlar arttıkça, eksilen saflığımla, her şeyi ben bilirim havamla, mağrurlukla, yeni yaşa merhaba dediğim, her doğum günüm, insanlarla arama koyduğum mesafeydi… Kimse bana büyüdüğünde şartların nasılda değişeceğinden bahsetmemişti. Sorumlulukların; sevinçlerin, sevginin, çocuk kalbin ötesine geçeceği söylenmemişti. Aşkın, çocuk kalbimle sevdiğim yıllarda ki gibi olacağını sanıyordum tıpkı nefretimin aynı o yıllarda olduğunu sandığım gibi… Saklambaç oynadığım yıllarda, saklanamadığım gerçeğiyle yüzleştiğimde attığım kahkahalara eşlik eden oyun arkadaşlarımla, evcilik oyunlarında kimilerinin öğretmen, kimilerinin doktor olduğu zamanlarda ortaya hazırlanan böreklerle, büyümenin çok eğlenceli olacağı hayaliyle yaşadığım, kahkahalarımın keyfini tadamadığım ,sadece sokakta oynadığım oyunlarla, yalnızlıkla koyun koyuna olmadığım çabucak geçen yıllardı. İlk kez birine aşık olduğumda 7 yaşındaydım. Aynı kıyafetleri giydiğimiz, birbirimize ömür boyu diye söz verdiğimiz, kıskançlıktan deliye döndüğüm, evden çıkmasına izin vermediğim, babasının Almanya’dan getirdiği hediyeleri sahiplendiğim, tüm büyüklerimizin bizimle dalga geçtiği yıllarda neler çektirmiştim O’na. Yıllar sonra karşılaştığımızda, söz verdiğimiz gibi birlikte yaşlanmadığımız yıllardan utanarak, çocuk yıllarında ki mahcuplukla bakmıştık birbirimize. En son 20 yaşında gördüğüm ilk aşka, 37 yaşında facebook da tekrar merhaba diyecektim. Ablasıyla eski günleri anıp kahkahalarla gülerken, ikimiz farklı hayatlarda nefes alıyorduk… Tüm çocukluk arkadaşlarını bir bir bulmaya çalışırken, iş hayatıyla birlikte edinilen tüm dostların menfaatler yüzünden bir bir listeden silindiği yılları selamlamakla başladı büyük değişim. Her incinmede, her hatada, söylenen kötü sözler, kullanılmışlık hissi ile içe kapanmaların yaşandığı, seni seviyorum cümlelerin havada uçuştuğu ama kalpte yaşanmadığı yıllarda yalnızlıktı büyümek… Küçük şehri özler gibi özlüyordum çocukluğumu ve çocukluğumda ki Ben’i. Yıllarca dostum dediğim insanları tanıyamamanın verdiği parçalanmışlıkla, beni sevmediklerini hissetmenin üzüntüsüyle, dostluğumun kullanıldığı tüm vakitlere lanet okuyarak, kalbimi kapattığım ve büyük ayrılıklarla dönüm noktası yaşadığım hayatımda savrulmalarla geçen her günüm geçmişe olan kırgınlığımdı artık. Hayatın haksızlıklarında; sarıldığım insanların hayattan daha incitici olduğunu öğrendiğim günden beri, hayaller kurmayı bırakmış, geçmişimi daha yalnız, daha parçalanmış hatırlarken, bugünde her gidenin yerine yenisini koyduğum yaşanmışlıklarıma alaycı bakışlarla gülerken yakalıyordum kendimi… Yaşadığım hayatta; daha güçlü görünürken, daha kırgın, daha çok sevmeye muhtaç biri haline geldiğim olgunlaşma sürecimde, tek isteğim insanların rol yapmadan sevdiğini ve sevmediğini söylemesiydi. Tüm yalanlarda daha çok inciniyordum. Parçalarım yeterince dağılmışken, kimsenin beni anlamadığı zaman diliminde yaşlanmaya yüz tutmuş, kelimelerde başka anlamlar arar olmuştum. Sokaklarda oynanan oyunlardan farklıydı şimdi ki oyunlar. Yüzler çirkinleşiyor, hangi yüzle konuşacağını bilemiyordu insan. Yalnızlaştıkça büyüyor, büyüdükçe yalnızlaşıyordum… Birinin kızı, birinin karısı, birinin yeğeni, değildim. Kimseye ait olmayan, sadece BEN olarak yaşarken, yaşlanırken, dışarıdan bakanlar için kahkahalarıyla yaşama renk olmuş ben ve yılların kötü davranmadığı gibi duran aynada ki aksimin tam tersi, yorgunluklarımla karşıladığım yeni yaşımda çocukluk yıllarımda ki kadar dürüst olmaya karar vermenin rahatlığıyla ve çevremdeki insanları rahatsız edeceğimi bilmenin keyfiyle, tek şansım hayatta ki aşka bağlılığım ve aşka bağlanmamı sağlayan aşklarımdı… Olgunlaşmanın tadını yaşarken, kalbimde bir köşede büyümekten kaçan, hala çocuk ruhumun kalması, biraz da hayatla dalga geçerken gözlerimde neşeli pırıltılara neden olan, her günümü bahara çeviren Sen en büyük hediyeydin bana… Sevgiler Kaynak : http://www.migmedya.com/yazar.asp?yaziID=5138#ixzz1ju6iBvIs

11 Ocak 2012 Çarşamba

22 Ayar Güveni Çalan Hırsız

Tek katlı evde bağıra çağıra konuşarak, koşmanın özgürlüğü yaşanarak, doyasıya sevilerek bir çocukluk yaşamak insanda o anlara dair unutulmaz anılar bırakır. Küçük şehirlerin eski mahallelerindeki ahşap evler, kapıların nadiren kilitli tutulduğu, zil sesleri yerine kapı tokmaklarının var olduğu, ufacık pencerelerinde demirlerin rengarenk boyandığı, iki katlı güzel evlerdir. Top sesleriyle iftar açılır, fener alayında alkış tutulur, çaylar beraber içilir, hep birlikte pikniklere gidilir... Mahalledeki komşular kalabalık bir aile gibidir. Hiç bir şeyden korkmaz insan çünkü bilir ki koca aile onu korur kollar. Bu mahallelerde hiç hırsızlık yaşanmaz. Ne evlerden, ne kalplerden bir şey çalınır. Çamurlu ayaklar ne evlerde, ne kalplerde dolaşır. Açık hava sinemasında gazozlar eşliğinde seyredilen Türk filmleri tadındadır hayat; şekerli ve bol baloncuklu… Yıllar sonra modernleşme adı altında; anıların, orf ve adetlerin, sevgilerin en önemlisi güven duygusunun üzerine kurulan apartmanlar, göklere yakın insanlara uzak yaşamın kapılarını açarken, çelik kapılar ardında hayat devam eder. Tesadüfen eski mahalleden dostlarla hasret giderirken, mahalledeki ahşap evleri özler gibi eski aşklar, eski aşıklar özlenir. Sobaların ısıttığı evlerdeki hayatlar sımsıcak bir duyguyla sarıp sarmalarken çocuk ruhları, orta yaş bedenler, paralanan cepler sayesinde apartman katlarında kaloriferin mesafeli sessizliğinde ısınır durur. Ruh ise çocuklukta bırakır kendini tüm çaresizliğiyle... Bu güvenlikli, bol kilitli çelik kapısı olan dairelerde, hırsızdan korunmak için her şey düşünülmüştür ama hırsıza kilit yoktur. Hırsız sadece eve girmekle kalmaz hayatınızdan da çalar… O gün hava yağışlı, kapı açık ve her yer dağıtılmıştır. Çamur izleri Ona; en mahremine girilmiş olmanın verdiği rahatsızlığı ve leke çözücülerin bile etkisiz kaldığı bir yabancılaşmayı yaşatır. Ağlayan gökyüzüne inat dağınıklığa bakarken, kendini yabancı hisseder. Hırsızın içerde olup olmadığının, neleri çaldığının önemi yoktur. Çünkü O yakalanmak pahasına içeri girmiş, izlerini bırakarak gezinmiş ve hiç çekinmeden kollarını açıp kucaklamıştır iyiden iyiye ev sahibini unutarak. Kapıları kendi mi aralamıştı acaba çok güvenerek, yoksa çok güvendiği ruh mu pencereleri açık bırakmıştı sorularına cevap ararken? Merhabalaşmaktan öteye gitmeyen sadece yüzlere aşina komşuların "geçmiş olsun, bir daha olmaz" telkinlerine inat şüphe ve aldatılma fırtınaları kopmaya başlar. Her gece hırsızla karşılaşmak korkusuyla yaşanmayacağını iyi bilir ve ilk defa kiracı olduğuna sevinir. Onun için, gözlerine mahcup bakan, gösterişli, sarıp sarmalandığı, güven duyduğu ev, artık başkasının izlerini taşıyan, kolaylıkla kandırılan herkesin evinden farksızdır. O büyük şehirde büyük insan olmuştur olmasına da büyük acılara da gebe kalmıştır. Bu olaylar yalnızlığı çağrıştırır, çaresiz hissettirir, yabancılaşmayı ve insana duyulan ihtiyacı hatırlatır. "Bir bakarsın hayatının kahramanı; İnsanlıktan bile yoksundur. Ve anlarsın ki çizgi roman dışında, kimsenin bir kahramanı yoktur" sözünü doğrulatırcasına, hırsız hayatından kahramanını ve güven duygusunu çalmıştır. Sonunda insan geriye kalanları 22 ayar altın niyetine bozdurup bozdurup harcamaya devam edecektir, geçmişe, dostluğa, sevgiye aşka dair ne varsa… Sevgilerle, Kaynak : http://www.migmedya.com/yazar.asp?yaziID=5031#ixzz1j8dy7uMo

9 Ocak 2012 Pazartesi

Hayatın Rengi Siyah

Hayatın Rengi Siyah Hayatla arasında sıradan olmayan bir ilişki vardı. Doğduğu günden beri oyunlar oynuyorlardı. Her yeni oyunda, hayatın ona karşı yenildiğini görmek en büyük mutluluğuydu. Sadece yeni oyuna başlamadan biraz nefes alırım diye düşünürken sabırsız oyun arkadaşının göz kırpmasıyla başlardı her şey yeniden.

Güçlünün güçsüzü ezdiği bu dünyaya kız çocuğu olarak gelmek öyle kolay değildi. Süslü püslü etekler giyip, dantel çoraplarla gezip, renkli tokalar takılınca hayat renklenmiyordu. Her şeyin kuralı vardı çünkü. "Düzgün otur, çok gülme, çok konuşma, sen büyüksün artık dikkat çekme" cümlelerine anlam veremezdi.

Madem dikkat çekmemesi gerekiyordu, hediye paketi gibi niye giydiriyorlardı Onu. Bir an önce büyümeliydi ve kurtulmalıydı bu eziyetten. Büyüdüğünde kimse karışamayacaktı Ona. Büyümeyi istemesinin bir başka nedeni de dünyanın düzenini değiştirebileceğine inanmasıydı.

Asırlardır kız çocuklarının yok sayıldığı, sürekli aşağılandığı, dövüldüğü , satıldığı, dayak yediği, her hareketlerinin eleştirildiği düzende yaşamak zordu. Erkek gibi kız olmasını bekleyen ailesine büyük şaşkınlıkla bakardı. Çünkü tanıdığı tüm erkekler sevgilerini, nefretlerini, isteklerini ya bağırarak ya da dayak atarak dile getiriyordu.

Ve bunu yaparlarken de kendilerini haklı çıkaracak hep bir nedenleri vardı insan olmaktan uzak… Şiddetin en kötü yanı sanıldığı gibi canın yanması değildi, benliğin şiddete maruz kalması , yıllarca unutulmayan anılardı.

Ve bu anıların hayatın büyük bölümünde karşısına çıkmasıydı. Bir köşede herkesi sessizce izlerken, bu kadar sevgi dolu insanların birden içlerine şeytan girmiş gibi değişmelerine anlam veremezdi.

Akşam nefret dolu , sabah sevgi dolu bu insanları sevmiyordu. Korkuyordu onlardan ve onlara inanılmaz acıyordu. Çünkü pişmanlıklarını her seyrettiğinde kendini cüceler ülkesinde dev gibi hissediyordu. Şiddeti şiddetle savunanlar arasında dili tutulurdu hep.

Seni çok seviyorum kelimesini yalanlarcasına atılan tokatlar onun kabuğuna çekilmesine ve kendine güveninin yok olmasına neden olurdu. Kadın olmak yeterince zorken, hayatın oyunlarında güç kazanmak için çabalaması ve ördüğü duvarlarla, insanlar ondan uzak, o insanlara farklı, kelimeleriyle yaşanmışlıklarıyla bambaşka biriydi artık.

Çocukken giydiği tüm renklere inat sadece siyahta takılı kalması çocukluğuna tepkiydi. Çocukları rahat bırakmalıydılar, çocukluklarını yaşasınlar diye. Oysa geleceğe hazırlarken hep, çocukluktan çalıyorlardı.

Onu anlamayanların arasında oyun hamuru gibi şekilden şekle girer, herkesin ahkam kesmesini ilgiyle izlerdi. İzlediği tüm insanlarda aynı tadı alırdı. Kimse onu tanımıyordu ve hiç biri dürüst değildi kendini anlatırken. Hep vazgeçme isteği bundandı. Yalan dünyada gerçek olan tek şey insanların şiddeti sevmesiydi. Ağaçların gövdelerine bıçaklarla aşklarını yazanlardan, dalından koparılan güllerle sevgilerini anlatan insanlardan korkuyordu. Kadının karnından sıpayı sırtından sopayı eksik etmeyeceksin diyen atalara inat, güçlü olmak gerekiyordu. Cahil toplumda kadın olmak zorken, Onun yanında erkek olmak hiç kolay değildi artık…

Kaynak : http://www.migmedya.com/yazar.asp?yaziID=4979#ixzz1iyV28x3U