Otobüs terminalinde etrafımı seyrediyorum. Kaygılı, mutlu, bıkkın, heyecanlı, el ele tutuşmuş insanlar arasında, anlamlı anlamsız tüm konuşmalar kulağıma geliyor. Çocukluğumdan beri terminaller bana terk etmeyi ve terk edilmeyi hatırlatıyor. Garip bir hüzün, huzursuzluk, gerginlik çöküyor yüreğime. Sanki hiç dönmeyecekmişim gibi hissediyorum kendimi ayrıldığım şehre…
Terminalleri neden yeşile boyarlar, neden bu kadar çirkin mimari ile yapılır diye düşünmeye başlıyorum. Bekleme koltuklarına bakarken tuhaf bir tiksinme oluyor içimde titiz kadınlara has. Otobüs saatine kadar dolaşmaya karar veriyorum. Kitaplar, oyuncaklar, kafeteryalar soğuk ve sevimsiz Ankara terminalinde yerlerini alıyorlar. Birbirinden farklı insanlar burada aynı havayı soluyor ve bu kalabalıkta, soğukla birlikte yalnızlığım yüzüme çarpıyor.
Sonunda yolculuk saatimle birlikte ablam geliyor. Tüm bu duyguları terk ediyorum ve heyecanlanmaya başlıyorum. Çocuksu mimiklerimle yeni bir yer görecek olmanın mutluluğu sarıyor benliğimi. Obsesif kişiliğim sebebiyle otobüslerin sağ tarafı ve cam kenarını tercih eden ben, nedense bu yolculukta bütün takıntılarımı bir kenara koyup sadece gideceğim yeri merak ediyorum. Muavinin servise başlamasıyla otobüsün içine nefis bir kahve kokusu yayılıyor. Oldum olası gece yolculuğuna bayılırım. Işıkların kapanmasıyla zifiri karanlıkta ablamla fısıldayarak konuşmaya başlıyoruz. Oysa kahkahalarım duyulsun, heyecanımı herkes paylaşsın istiyorum. Terminaldeki yalnızlığımdan eser yok. Sanki herkesle kırk yıllık ahbabız da aynı mekânda geceyi paylaşıyoruz. Ne de olsa aynı amacın ortak ruhlarıyız o an; gideceğimiz yer aynı.
Saatler sonra Ödemiş’teyiz. Ankara’dan kilometrelerce uzak olan bu yer oldukça farklı geliyor bana. Otobüsten iner inmez ilk gözüme çarpan limon satan yaşlı bir amca. Sarı limonlar, tıpkı yılların yüzüne yerleştirdiği çizgiler gibi gelişi güzel yerlerini almış tezgâhta. İçimden bu anı fotoğraflamak geliyor ama uyku mahmurluğuyla vazgeçiyorum. Buranın havasını solurken esas sürprize az kaldığını hissediyorum…
Bu sürprizi, misafirperverliği ile gönlümüze taht kuran mihmandarımızın planladığını neden sonra öğreniyorum. İş için gelmiş olmamıza rağmen; küçük bir gezi programının bizi kasabaya gönül bağıyla bağlayacağını hissediyorum. Birgi diye bir kasabada tarihin tozlu sayfalarında buluyorum kendimi. Kocaman bir müzenin içerisindeyim ve geçmiş yıllarda yaşıyorum sanki. Taş evler, koca çınar ağaçları, türbeler, medreseler arasında Birgi ipeklerini giydiğimi hayal ediyorum. İnsanlar konuşuyor, gülüyor, mutluluk insandan insana geçen bulaşıcı bir hastalık gibi yayılıyor hemen herkese. Sıcak ve samimi insanlar arasında olmak çok güzel. Birbirlerini tanımanın verdiği huzurla selamlaşıyorlar kasabalılar. Mihmandarımızın Birgi havlusu hediye etmesi ile mahcup bir sevinç duyuyorum içimde. Fotoğraf makinem elimde. Her yeri fotoğraflama telaşındayım. Bir bilim kurgu filminin başrol oyuncusu gibiyim, gelecekten geldiğim çok belli bu tarihi kasabaya.
Çınaraltı Pansiyon’da tahta masalar, üzerinde demlik olan soba ve arkamda duran bilgisayar dikkatimi çekiyor. “İşte gelecekten bir parça daha” diyorum içimden. Şimdi enfes bir köy kahvaltısı var. Özlediğim gibi sobada kızarmış ekmekler, tereyağı, çökelek, sigara böreği, yağda yumurta ile soframız donatılıyor. Gittiğim yerlerde çatal bıçağından, yemeklerin tadına kadar her şeye kusur bulan ben, sobada ısınan çayımı yudumlayarak, büyük bir iştahla yemeye başlıyorum. O an modern dünyamda irdelediğim şeylerin aslında özlemini duyduğum bu doğallığa uzak olması ile ilintili olduğunun farkına varıyorum. Pansiyon çalışanları yüzümüzdeki beğenme ifadesinden memnun, gülümsüyorlar. Yan masada Datça’yı anlatan biri “burada çok durmayın alışır kalırsınız diyor” şaka yapıyor sanıyorum. Mahcup bakışlı, masmavi gözleri olan yazmalı kız, kızarmış ekmek getiriyor. İşte şimdiden bu zamanda burada kalsam diyorum…
“Birgi” Aydınoğulları’na başkentlik yapmış, Yörüklerin bulunduğu harika bir kasaba. Keşke burayı fotoğraflarla anlatacak kadar iyi bir fotoğrafçı olsaydım diye hayıflanıyorum. Dijital makinemle her karenin fotoğrafını çekerken, karşıma hurdacılar çıkıyor “abla bizi niye çekmiyorsun diyorlar” şaşırıyorum, hemen deklanşöre basıyorum. Fotoğraflarını çekip çekmediğimden emin olmadan teşekkür ediyorlar. Bu güvenleri o kadar hoşuma gidiyor ki, kelimelerin arkasında art niyetin olmaması ile hoş bir fotoğraf karesi yakalıyorum. Burada insanlar içinden geldiği gibi davranıyor. Büyük şehirlerin aksine içlerinden kötü bir şey gelmemesi ise insana hoş bir güven duygusu veriyor. Yanlış anlamaktan, yanlış anlaşılmaktan uzak insan olmak ne çok özlediğimiz bir şey belki de…
Büyük Birgi Müzesi’nde yaşanmışlıkların izlerine bakarken modern dünyama dönmeden burada yaşlanmak istiyorum. Köy kahvesinde her gün neler konuşuyorlar merak ediyorum. Birkaç saatim daha olsa hepsiyle konuşsam istiyorum. Bayraklarla ve Atatürk fotoğraflarıyla süslenmiş bu kasabada kaybolsam, türbesinde dua etsem, koyunlarını otlatan çobanı izlesem, hediyelik eşya satanlardan biri olsam, küçük konaklarda yeniden var olsam kimse bulamasa beni, öyle ki kendim bile bulamasam kendimi ne güzel olur. Aynı ülkenin içinde bu sade hayat neleri kaçırdığımı bu kadar hissettirmeseydi keşke. Kasabalılarla kentliler arasındaki tek fark huzur sanırım, Onlar müthiş bir kabullenmeyle hayatlarıyla daha da önemlisi kendileriyle barışmışken biz koskoca kentlerde kendi elimizi bile sıkmaya fırsat bulamayan entrikakolik insan yığınları olarak kalacağız. Birkaç saat sonra taş evlerden, çınar ağacından, dereden, doğal insanlarından uzaklaşacağım. Ben burası için herhangi biri, burası benim için hoş bir anı olarak kalacak… Ama en azından artık ne istemediğimi bildiğim için ceplerime huzuru, farkındalığı, şeffaflığı koyup dönüyor olduğum için hep kendimi şanslı sayacağım.
Sevgiyle Kalın