Acaba çocukken yaşadığımız dünya daha mı farklıydı? Hayattan korkmadan, cesur seslerle “en güçlü benim” edasıyla yürüyor, büyüklerin sesini, kendi seslerimizle örtüyorduk. Dört mevsim bile bizim için vardı. Hele bembeyaz karların yağdığı kış aylarında pencereden, küçük pamuk tanelerinin şehri süslemesini seyreder, sobanın sıcaklığında mahmurlaşırdık.
Üzerimizdeki elbiselerin, ne markaları ne de renk uyumu önemliydi. Tek derdimiz karla bütünleşmekti. Ufacık bedenlerimizin mutluluğuydu karda yuvarlanmak… Oyun, çam ağaçlarının üzerindeki kristalleri silkelemekle başlardı. Kendimizi kahkahalarla dolu, kartopu savaşının içinde bulurduk. Savaşırken attığımız neşe çığlıkları, tüm savaşların kartopundan ibaret olduğunu düşündürüyordu belki de…
Karda yürür ayak izimizi belli ederdik. Çünkü bizi arayan dostlarımızın arkamızdan gelmesini isterdik. Amacımız kaçmak değil yakalanmaktı. Çocuk bedenler küçük ama yalnızlığa izin vermeyecek kadar büyük ruhlar taşıyordu. Bizler hala maskelerle tanışmamış, ağaçların arasında beyaza bürünmüş yerlerde ışık saçan çocuklardık. Kış soğuğunda şarkılarla geceye eşlik ediyorduk. Ya da tüm dünya bize eşlik ediyordu. Kar taneleri bile üzerimize dostlukla yağıyordu…
Beyazın verdiği yorgunlukla evlere dağılır ve kedi misali sobanın yanında alırdık soluğu. Sabahın erken saatlerinde her şey yeniden başlardı. Savaştan yorulunca dinlenmek için, sadece bir baş ve gövdeden oluşan koca bir kardan adamı süslemeden yapardık. Gözüne iki kömür parçası, burnuna bir havuç, koluna bir süpürge takar sonra da onu yalnızlığına terk ederdik.
Acaba şimdi ki çocuklarda farklı dünyaya mı aitti? Yirmi-otuz kişilik gruplarla kartopu savaşı oynuyorlar mıydı? Sokaklar o kadar sessizdi ki. Çocukların kahkahalarını hiç duymaz olmuştuk. Sobalı evlerin yerini sadece kendini ısıtan kalorifer petekleri almış, sokaklarda ki çocuk seslerinin yerini sessiz çığlıklar kaplamış ve ortamı sıcaklaştıran her şey geçmişte kalmıştı. Bizler için kar, kartopu savaşı değildi artık. Şimdilerde yollarımızı kapatan, yürümemize izin vermeyen, bizlere geçmişte boğulmayı öğreten tanelerdi. Eskiden çocuk kalbimizi neşelendiren bu sulu pamuk tarlası artık ağaçlara gelinlik giydiren, fotoğraflara manzara olan beyazlık olmuştu.
Hiç bir şey çocukluktaki gibi değildi, şimdi ki çocuklar bile. Sobada kızaran ekmeğin kokusunu almadığımız gibi, artık yakalanmaktan yorulmuş, izimiz belli olmasın diye kaçar olmuştuk. Kardan adamı bile yalnızlığımıza dost olsun diye insanlaştırmaya çalışıyorduk. Büyümek kar’ın herkese farklı yağdığını öğretmişti. Bazılarımız konforlu evlerde lapa lapa yağan karın tadını çıkarırken, bazılarımız mahsur kalıyordu köylerinde. Kar botlarının sıcaklığına sakladığımız ayaklarımızla, sadece çorapla yırtık terlikle gezen çocukları karşılaştırıyor, aklımızın ermediğini televizyonda seyrediyorduk.
Kimilerine kar, kayak tatili olurken, kimilerinin donarak ölmesine neden oluyordu. Kartopu savaşının yerini yaşam savaşı almıştı. Artık çocukken olduğu gibi pamuk yığını değildi bu beyaz esaret. Belki de adaletsiz dünyanın çıplaklığını yüze çarpan buzdan bir aynaydı…
Sevgiler
27 Şubat 2012 Pazartesi
25 Şubat 2012 Cumartesi
Sihirli Dünyada Tüketirken Tükenmek
Zamanın birinde insanların vizesiz gidebildiği, olabildiğince görkemli, ışıltılı, fotoğraflarla süslenmiş sihirli diyar da eksikliklerimizi tamamlamaya çalışıyorduk.Sanal dünya adı verilen, herkesin birbirine çok yakın ve aynı zamanda birbirinden çok uzak olduğu bu diyarda önceden sadece kelimeleri tüketiyorduk. Zamanla kelimelerin ötesinde duygular ve değerleri tüketmeye başladık.
Henüz kimse kimseyi aldatmamışken, birbiriyle dost olma çabasındayken, gösterilen içtenlikler ve paylaşımlarla kendimizi bulma yolundaydık. Bu günlerde ünlü olma hastalığına yakalanmadığımız için, eski günleri yaşar gibi tatlı dertleşmelerle hayatımızı, hayallerimizi paylaşıyorduk. Fenomenleşme hastalığı ile birlikte günaydınlar anlamsızlaşmaya başlamış, her şeyin yazarak anlatıldığı bu dünyada zamanı tüketirken tükenir olmuştuk…
İsmini, cinsini, yaşını, maddi durumunu merak etmediğimiz insanlarla hergün bilgisayar ardında birlikteyken, arama motoru google ile bilgilenen insanların paylaşımlarını yandan gülümseme ile okuyorduk. Her yerde kendi olmayı seven insanlardık. Bu yüzden sahte hesap açanlara anlam veremiyor ve ünlü ünsüzlerden kaçıyorduk. Gerçek ve sanal olarak ikiye ayırdığımız dünyamızda önceliğin hangisi olduğu belli değildi.
Hiç sesini duymadığımız, yüzünü görmediğimiz insanları özlerken hatta sevmeye başlarken, her gün gördüğümüz insanlarda kusur bulup uzaklaşmaya çalışmakta neyin nesiydi?
Bilgi çağında kitap, gazete okumayı bırakıp tüm hayatı twitterdan takip edecek, facebookda şiirleri, özlü sözleri öğrenecek kadar tembelleşmiş ve insanları sanalda sevecek kadar tuhaflaşmıştık. Oysa bir tuşa birbirini terk etmek o kadar kolaydı ki. Üstelik geride bir sürü yalan bırakarak….
Kendi olmaktan vazgeçen insanlar, gerçek hayatta istemediklerini yaşarken ve istediği hayata hayallerini katarak sanalda sahip olmaya çalışırken kısır döngü içerisinde mutluluk haplarına esir olmuş her iki dünyadan kopmuş halde ve bir sıra TV de ünlü olmaya çalışan, bir iki programa çıkınca havalarından yanına yaklaşılmayan, sabun köpüğü gibi yok olan insanlar gibiydiler. Sonrasının müthiş boşluk, terk edilmişlik olduğunu bilmiyorlar mıydı?
Bu diyarda ülkeyi yönetebilecek kadar siyaset bilgisine sahip ne çok insan görmüştük. Üstelik bu işin eğitimini almışlar susarken, bu kadar insan ahkâm kesiyordu. Demek ki siyaset için sanalda var olmak yeterliydi. Her değer sıradanlaşırken biraz daha kendimizden ödün veriyorduk… En çok da kendine bile saygısı olmayanların saldırısıyla yıpranıyorduk. Hiç tanımadan birini incitmeye çalışmak hangi incinmişliğin, hangi dışlanmışlığın sonucuydu? Popüler olma çabasında 140 karakterle sınırlı yazılanlar, takipçi sayısı ile kısıtlanmış beyinler, matematiksel değerlerle nasıl da değersizleşiyorlardı. İyi niyetin, içtenliğin yalakalık kabul edildiği, ukalalığın gündem yarattığı, duyguların hiçe sayıldığı bu dünyada diğer dünyadaki kadar yalnızlığa mahkum ediliyorduk.
Günaydın demeye korkan bizler, 140 karaktere aşklar, dostluklar, nefretler, benlikler sığdırıyorduk. Tüm duygularımızı tüketirken nasıl da tükeniyorduk…Bunun yanı sıra; bizden gizlenmeye çalışan tüm gerçekler twitter sayesinde gün yüzüne çıkıyordu. Sokaklarda sessizleştirildiğimiz kadar twitter da susturulamıyorduk.
Sanal dünyanın büyüsünde, çok güzel insanlarla tanışma fırsatı da vardı. Hayatımıza renk, tat ve hatta sevgi katan insanlar bu diyarı terk ettirmiyorlardı. Her birinden yaşamın güzelliğini dinlerken, farklı hayatlara açılan pencerelerde kayboluyorduk. Nefret ve şiddet dolu ikili dünyada, sevmeyi bilen insanlarla dost olmak da bir tuş kadar yakındı…
Kendimiz gibi olan dostları ararken bizleri yoran insanları görmezden gelmek hayatın, hayallerin hatta rüyaların en güzeliydi…
Sevgiyle Kalın
Henüz kimse kimseyi aldatmamışken, birbiriyle dost olma çabasındayken, gösterilen içtenlikler ve paylaşımlarla kendimizi bulma yolundaydık. Bu günlerde ünlü olma hastalığına yakalanmadığımız için, eski günleri yaşar gibi tatlı dertleşmelerle hayatımızı, hayallerimizi paylaşıyorduk. Fenomenleşme hastalığı ile birlikte günaydınlar anlamsızlaşmaya başlamış, her şeyin yazarak anlatıldığı bu dünyada zamanı tüketirken tükenir olmuştuk…
İsmini, cinsini, yaşını, maddi durumunu merak etmediğimiz insanlarla hergün bilgisayar ardında birlikteyken, arama motoru google ile bilgilenen insanların paylaşımlarını yandan gülümseme ile okuyorduk. Her yerde kendi olmayı seven insanlardık. Bu yüzden sahte hesap açanlara anlam veremiyor ve ünlü ünsüzlerden kaçıyorduk. Gerçek ve sanal olarak ikiye ayırdığımız dünyamızda önceliğin hangisi olduğu belli değildi.
Hiç sesini duymadığımız, yüzünü görmediğimiz insanları özlerken hatta sevmeye başlarken, her gün gördüğümüz insanlarda kusur bulup uzaklaşmaya çalışmakta neyin nesiydi?
Bilgi çağında kitap, gazete okumayı bırakıp tüm hayatı twitterdan takip edecek, facebookda şiirleri, özlü sözleri öğrenecek kadar tembelleşmiş ve insanları sanalda sevecek kadar tuhaflaşmıştık. Oysa bir tuşa birbirini terk etmek o kadar kolaydı ki. Üstelik geride bir sürü yalan bırakarak….
Kendi olmaktan vazgeçen insanlar, gerçek hayatta istemediklerini yaşarken ve istediği hayata hayallerini katarak sanalda sahip olmaya çalışırken kısır döngü içerisinde mutluluk haplarına esir olmuş her iki dünyadan kopmuş halde ve bir sıra TV de ünlü olmaya çalışan, bir iki programa çıkınca havalarından yanına yaklaşılmayan, sabun köpüğü gibi yok olan insanlar gibiydiler. Sonrasının müthiş boşluk, terk edilmişlik olduğunu bilmiyorlar mıydı?
Bu diyarda ülkeyi yönetebilecek kadar siyaset bilgisine sahip ne çok insan görmüştük. Üstelik bu işin eğitimini almışlar susarken, bu kadar insan ahkâm kesiyordu. Demek ki siyaset için sanalda var olmak yeterliydi. Her değer sıradanlaşırken biraz daha kendimizden ödün veriyorduk… En çok da kendine bile saygısı olmayanların saldırısıyla yıpranıyorduk. Hiç tanımadan birini incitmeye çalışmak hangi incinmişliğin, hangi dışlanmışlığın sonucuydu? Popüler olma çabasında 140 karakterle sınırlı yazılanlar, takipçi sayısı ile kısıtlanmış beyinler, matematiksel değerlerle nasıl da değersizleşiyorlardı. İyi niyetin, içtenliğin yalakalık kabul edildiği, ukalalığın gündem yarattığı, duyguların hiçe sayıldığı bu dünyada diğer dünyadaki kadar yalnızlığa mahkum ediliyorduk.
Günaydın demeye korkan bizler, 140 karaktere aşklar, dostluklar, nefretler, benlikler sığdırıyorduk. Tüm duygularımızı tüketirken nasıl da tükeniyorduk…Bunun yanı sıra; bizden gizlenmeye çalışan tüm gerçekler twitter sayesinde gün yüzüne çıkıyordu. Sokaklarda sessizleştirildiğimiz kadar twitter da susturulamıyorduk.
Sanal dünyanın büyüsünde, çok güzel insanlarla tanışma fırsatı da vardı. Hayatımıza renk, tat ve hatta sevgi katan insanlar bu diyarı terk ettirmiyorlardı. Her birinden yaşamın güzelliğini dinlerken, farklı hayatlara açılan pencerelerde kayboluyorduk. Nefret ve şiddet dolu ikili dünyada, sevmeyi bilen insanlarla dost olmak da bir tuş kadar yakındı…
Kendimiz gibi olan dostları ararken bizleri yoran insanları görmezden gelmek hayatın, hayallerin hatta rüyaların en güzeliydi…
Sevgiyle Kalın
9 Şubat 2012 Perşembe
Çeyiz Sandığında İncinmişlikler
“Birini sevmek bu kadar kolayken, sevgiyi yaşamak niye bu kadar zordu?” Aklında ki soruyla, evinin odalarında dolaşıyor ve eşyalarından cevap bekliyordu. Bazen eşyaların insanlardan daha canlı, daha duygusal, daha insan olduğunu düşünürdü. Tüm eşyaları Onun için seferber olmuş anlattıklarını can kulağıyla yargılamadan, akıl vermeden, incitmeye çalışmadan sessizce dinliyorlardı.
Canını sıkan bu çabuk terk edişlere ve hiçleştirme çabalarına, sarıp sarmalayan eşyaları bile cevap bulamıyorlardı…
Eşyalarının arasında hissetmediği yalnızlığı, insanlar arasında hissetmesinin sebebi belki de buydu. Hissettiklerini anlatmaya kalktığı zaman, herkes kendi doğrusu ile yargılamaya başlıyor ve bilmiş edayla kendi hatalarını örtbas ederek onun hatalarıyla dalga geçiyorlardı. Aslında yaptığı hatalar yaşadığı hayatın birikimiydi.Tüm güçsüzler etrafına toplanmıştı sanki. Aynaya bakmaktan, kendileriyle yüzleşmekten aciz insanlar, ahkam kesmekte çok başarılıydılar.
Kalbini her açtığında, fal taşı gibi açılmış gözler ve şaşkın yüz ifadelerinin arasında ne yapacağını şaşırıyordu. Çünkü bir anda sevdiği tüm insanlar; kalbini talan etme telaşında incitmeye başlıyorlardı. Ya yapamadıklarının acısını çıkarıyorlar ya yaptıklarının utancını atmaya çalışarak hırçınlaşıyorlardı. İnsanı, kendi olma özgürlüğünden mahrum edenler arasında sirk oyuncusu edasıyla ateşte yürüyordu.
Hayatlarını şekillendirmeyi beceremeyenler, evcilik oyunun içerisindeymiş gibi nasılda şekil vermeye çalışıyorlardı onun hayatına. İnsanları olduğu gibi sevmenin yanlışı neydi acaba? Kuralların arasında, kuralsız gezerek başkalarına hayatı zindan etmek neyin sevgisizliğiydi…
Renkler, yüzler farklı olduğu gibi karakterlerde farklıydı. Hatta karaktersizlikler bile birbirinin aynı değildi. Tüm arkadan söylenen sözlere kulak tıkadığı gibi, yüzüne söylenen her söz içinde, acaba kendi ne yaşadı diye düşünüyordu. Bu sahtekarlık öyle yoruyordu ki, sessiz çığlıklarla bakıyordu yüzlerine.
Daha fazla ne kadar ileri gidebileceklerini hayal etmekten kaçınıyordu. Hırsların sınırı yoktu, sevginin sınırı olduğu kadar…
Günlüğüne yazdığı sıradan cümlelerin arasında ne çok sır saklıyordu. Kahkahalarının ardına sakladığı yaşanmışlıkları gibi…
Sevgiye sıra gelince herkes o kadar meşgul ve o kadar uzaktı ki; yeni tanıştığı insanlarda kendi kabuğuna çekilir ve meşguliyeti bitince beni sever mi acaba diye düşünmeye başlardı. Çünkü meşgul insanlar, ışık hızıyla geliyor, lazer hızıyla çıkıyorlardı hayatından…
Sevmekten uzak bu insanlar; kırdıkları kalpten habersiz, diğer tüm onu üzen incinmişlikleri gibi çeyiz sandığına kaldırılıyorlardı…
Canını sıkan bu çabuk terk edişlere ve hiçleştirme çabalarına, sarıp sarmalayan eşyaları bile cevap bulamıyorlardı…
Eşyalarının arasında hissetmediği yalnızlığı, insanlar arasında hissetmesinin sebebi belki de buydu. Hissettiklerini anlatmaya kalktığı zaman, herkes kendi doğrusu ile yargılamaya başlıyor ve bilmiş edayla kendi hatalarını örtbas ederek onun hatalarıyla dalga geçiyorlardı. Aslında yaptığı hatalar yaşadığı hayatın birikimiydi.Tüm güçsüzler etrafına toplanmıştı sanki. Aynaya bakmaktan, kendileriyle yüzleşmekten aciz insanlar, ahkam kesmekte çok başarılıydılar.
Kalbini her açtığında, fal taşı gibi açılmış gözler ve şaşkın yüz ifadelerinin arasında ne yapacağını şaşırıyordu. Çünkü bir anda sevdiği tüm insanlar; kalbini talan etme telaşında incitmeye başlıyorlardı. Ya yapamadıklarının acısını çıkarıyorlar ya yaptıklarının utancını atmaya çalışarak hırçınlaşıyorlardı. İnsanı, kendi olma özgürlüğünden mahrum edenler arasında sirk oyuncusu edasıyla ateşte yürüyordu.
Hayatlarını şekillendirmeyi beceremeyenler, evcilik oyunun içerisindeymiş gibi nasılda şekil vermeye çalışıyorlardı onun hayatına. İnsanları olduğu gibi sevmenin yanlışı neydi acaba? Kuralların arasında, kuralsız gezerek başkalarına hayatı zindan etmek neyin sevgisizliğiydi…
Renkler, yüzler farklı olduğu gibi karakterlerde farklıydı. Hatta karaktersizlikler bile birbirinin aynı değildi. Tüm arkadan söylenen sözlere kulak tıkadığı gibi, yüzüne söylenen her söz içinde, acaba kendi ne yaşadı diye düşünüyordu. Bu sahtekarlık öyle yoruyordu ki, sessiz çığlıklarla bakıyordu yüzlerine.
Daha fazla ne kadar ileri gidebileceklerini hayal etmekten kaçınıyordu. Hırsların sınırı yoktu, sevginin sınırı olduğu kadar…
Günlüğüne yazdığı sıradan cümlelerin arasında ne çok sır saklıyordu. Kahkahalarının ardına sakladığı yaşanmışlıkları gibi…
Sevgiye sıra gelince herkes o kadar meşgul ve o kadar uzaktı ki; yeni tanıştığı insanlarda kendi kabuğuna çekilir ve meşguliyeti bitince beni sever mi acaba diye düşünmeye başlardı. Çünkü meşgul insanlar, ışık hızıyla geliyor, lazer hızıyla çıkıyorlardı hayatından…
Sevmekten uzak bu insanlar; kırdıkları kalpten habersiz, diğer tüm onu üzen incinmişlikleri gibi çeyiz sandığına kaldırılıyorlardı…
6 Şubat 2012 Pazartesi
"Zoraki sohbetler her zaman tıkanır..." Verda Başpehlivan
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)