19 Eylül 2012 Çarşamba

KASTAMONU (Pınarbaşı Ilıca Şelalesi)





Başka şehirlerde nefes almak. Bazen şehrin izini ruhuna katmak ve bazen şehre ruhunu katmak… Gece sabaha kadar heyecandan uyumadan gezilecek yeri hayal etmek. Kastamonu daha önce hiç görmediğim, anılarımın olmadığı bir şehir.
Ankara’dan saat 11.00 de çıktık yola. Sanki hızlı film şeridinden geçer gibiyim. Göz açıp kapayıncaya kadar Çankırı’ya geldik bile. Şehir merkezinden geçerken apartmanların çokluğu ile insanların azlığı dikkatimi çekiyor. Bir an önce ayrılmak istiyorum buradan. Yaşanmamışlık var. Her yerde aynı alışveriş merkezleri, bakkaldan dönme marketler, ve gri apartmanlar.
Virajlı yollardan geçerken yemyeşil ağaçlar görünmeye başladı. Manzara o kadar güzel ki, unutturuyor tüm kötülükleri. Yeşilin her tonunun var olduğu ağaçlar ve gökyüzünün mavisi.  Ilgaz dağında mis gibi havayı solurken şanslı olduğumu düşünüyorum. Dinler  dinlenme tesisinde yemeğin tadından çok testide gelen su ilgimi çekiyor. Ağaçların arasına kurulmuş bu yerde temizliğe takılmamaya çalışıyorum. Yol arkadaşımla bazen gülüyor, bazen konuşuyor, bazen susuyor ve bazen de birbirimize yabancılaşıyoruz.
Kastamonu ufak şirin ve sanki bir gecede kurulmuş bir şehir. Tarihi evler, apartman dairelerinin arasında sıkışıp kalmış. Kastamonu Kalesine çıkarken hediyelik eşya satanları izliyorum. Buzdolabı süsleri, ufak heykeller, üzerinde Kastamonu hatırası yazan havlular. Turistik eşyaların her yerde aynı olmasına takılıyorum. Kaleden;  şehri seyrederken restore edilmiş tarihi evlerin güzelliği ile çirkin apartmanların birbirine hiç yakışmadığını görüyorum.
Ilıca Şelalesini bulmak için düşüyoruz yollara. Köy evlerine hayran kalıyorum. Kastamonu’dan aklımda kalan güzel köy evleri ve harika manzara olacak. Yeşilin her renginin var olduğu yerlerde harika kahverengiden oluşan güzel evler. Krem rengi perdelerin arkasına gizlenmiş hayatlar…Ilıca Şelalesinin olduğu yere gitmek için toz toprak virajlı yollardan geçiyoruz. Sanki arabaya taş atan ufak cüceleri sarı toz yığını saklamış gibi. Büyülü ağaçların arasından geçerken Alice Harikalar Diyarında’ki Alice oluyorum. Tahtadan kurulmuş köprü, medeniyetten alıyor ormanın içine bırakıyor beni. Sonra ağaçlar birbirine sarılmaya başladığında kötü kalpli cadıdan kaçan Pamuk Prenses oluveriyorum. Ağaçların arasında duyduğum hışırtılardan  korkarken, kelebekler ve rengarenk böceklerin arasında kahkahalarım yankılanıyor. Gürül  gürül akan şelaleyi beklerken gördüğüm manzara karşısında hayal kırıklığına uğruyorum.  Hayattan çok fazla bir şey beklemediğin zaman daha az üzülüyorsun. Hayal kurmayı bu yüzden sevmiyorum aslında. Şelale haricinde göl ağaçlar tahta köprü o kadar güzel ki. Manzarayı seyrederken yeşile teslim oluyorum. Göl unutturuyor hayal kırıklığımı…
Kastamonu’ya geri dönüş yolunda İnebolu’ya mı gitsek diye kararsız kalıyoruz. Ankara’da yaşayınca insan deniz kenarını istiyor hep. Ama Kastamonu için çıktık yola diyor ve dönüyoruz şehre. Üniversitenin olduğu yerler cıvıl cıvıl. Havasını değiştirmiş buranın üniversite belli ki. Medresinin içinde  Münire Sultan Sofrasında yemek yiyoruz. Burası temiz ufak bir lokanta. Etli yaprak sarma ve yöreye özgü daha önce tatmadığımız tiritten oluşan yemeğimiz bol sarımsaklı yoğurtla ikram ediliyor. Sarımsağı memleketinde yemek çok leziz.  Lokantanın elemanları öyle içten ki,  bizi yabancılamadan anlatıyorlar hayat hikayeleri ile birlikte şehri.
Bu sefer şehirde insanlarda öyle yabancı ki bana. Dönüş yolunda Ankara’ya kavuşma heyecanı var. Etrafı yeniden seyre dalarken bir sürü geyiğin ağaçların arasında gezindiğine tanık oluyorum. Çocuk gibi seviniyorum. Yolda kavun satan ufacık satış uzmanı, kavunla aynı sarılıkta saçları olan çocuktan baldan tatlı kavunlar alıp evime dönüyorum. Heybemde yeni şehrin anıları, yüzümde yaşadığım günün gülümsemesi var…

Sevgiler