3 Aralık 2013 Salı

Kenar Süsü






Gri şehrin soğukluğunda gökyüzünden medet uman insanların hepsi yeryüzünün onlara sırt çevirdiğini düşünmekteydiler. Yaşadıklarının hikayesini anlatırken öfke dolu ses tonlarına, acımasızlığın sertleştirdiği bakışlar eşlik ediyordu. Adil olmayan bir düzende yaşananları yargılayanların iki yüzlülüğü sinmişti yeryüzüne. Başkalarının hayatında ahkam kesenlerin aynı şartlarda yaşasalar neler yapacakları merak konusuydu sokak lambalarına…

Bu şehirde kış ne kadar çetin geçiyorsa, insanlar arasında ki ilişkiler de o kadar zorlayıcıydı. Genç bedenler çoktan imkansızlıkların ve elde etmek istediklerinin esiri olmuştu bile.

Şatafatlı AVM’lerin içine sıkışıp kalmış kalplerin, modern ilişkilerde yok olmasıydı hayat. Aşklarını kelimelerde dolu dizgin anlatan insanların, taktiklere ve sekse yenik düşmesiydi ilişkiler. Özgürlük adına birbirini yok etmenin temeli atılıyordu her yeni başlangıçta. Rengarenk kıyafetler içinde, insanlar kendi renklerini solduruyorlardı. Sevgili olmaktan çok seks ilişkilerinin içinde kaldırım süsünden ibaretti kadın/erkek…

Topuklu ayakkabılarla, mini eteğin arasına sıkışmış hayatlarında mutluluğu arayanların dünyasında, daha fazla kadınla birlikte olma çabasında ki erkeklerin buluştuğu gecelerde aşk tükeniyor ve tüketiyordu. Kadının tüm yalanlara inanmaya hazır olduğu, erkeğin bildiği bütün yalanları her kadına söylediği masalarda, kadeh kaldırılıyordu doyumsuzluklara.


Sevgiden uzak, sevişmekten bihaber insanların var olduğu şehirde yok olan kadınların ahı kalıyordu kaldırımlarda..


8 Kasım 2013 Cuma





Aşk samur kürk olsa, kimse üstüne giymez oldu...

23 Ekim 2013 Çarşamba

Mektubun Var


Uzun zaman oldu görüşmeyeli. Ve hatta mektup yazmayı da bıraktım sana. Posta adresini unutmuş gibi yapıyorum. Zaten bu sıra hayatımda ki her şey “gibi ve keşke” den ibaret. Eskiden sana mektup yazarken istek listesi cümlelerimden daha uzun olurdu. Şimdi ise yaşadıklarım listeden daha uzun. Aklına ihtiyacım var. Zira ne  insanları tanıyorum ne yaşadıklarımın sebebini anlayabiliyorum.

Hayatın gidişatını değiştiremeyeceğimi anladığım günden beri, hayatın suyuna gidiyorum. İnsanlarla aramda tuhaf bir duvar var. Sen yanımdayken herkesin iyi bir tarafını görür ve o iyiye tutunurdum. Şimdi ise güvenimin yerle bir olduğu anlardayim. İnsanlarda sağ olsun güvenmemem için ellerinden geleni yapıyorlar. Dizinin dibinde “O” bana yalan söyledi diye ağladığım gün geliyor aklıma. Yalan söylemesine değil, Onun söylediği yalana inanmama üzülmüştüm en çok. Şimdi de çevremdeki insanlar doğruları söylemiyor. Ya da saklıyorlar birçok şeyi. Ve ben insanların yalanlarını dinliyorum doğrularını bilerek. Üstelik eskiden olduğu gibi gözyaşlarına boğulmuyorum, yemeden içmeden kesilmiyorum. Sadece içimden “bu kadar şeye ne gerek var ki diyorum." Acaba kendilerine dürüstler mi diye düşünüyorum. Susuyorum tüm kelimelerimle, yandan inanmaz gülüşümle…

Sen gittikten sonra biraz daha büyüdüm. Buralar değişti, ben değiştim, insanlar değişti. Attığım kahkahalarda bilmişlik var. Yaşadıklarımın izi dolaşıyor ruhumda. Şakalar yapmıyorum insanlara ve yapılan şakalara gülmüyorum. Hatta sinirleniyorum çoğu zaman. Senin getirdiğin hediyelere sevindiğim gibi sevinemiyorum gelen hediyelere. Olgunlaştın mı diye soracak olursan buna cevabım kesinlikle hayır. Saçlarımı sarıya boyadım. Ruhum sarışın olsun diyeJ Hem sen sarı saç seversin. Belki bir gün ziyaretine gelirim. Görürsün tüm değişiklikleri. Akrabalık ilişkilerinde en az senin kadar başarısızım. Yalnızlık konusunda en az senin kadar iyiyim. Sen gittikten sonra bir sürü insandan vazgeçtim ve bir sürü insan vazgeçti benden. Biraz sana ihanetti bu vazgeçişler. Bazen bizi izlediğini düşünüyorum. Sen üzülme sakın. Yaşadıklarımın üstesinden geliyorum.

Aşk konusuna gelince; benim dönem ilginç, aşkı anlatıp yaşayamayanlarız. Tüketimin dibine kadar vurduğumuz tek konu aşk bence. Sevişmek için sevgi kelimelerinin havada uçuştuğu sonrasında yoğun yalnızlığın yaşandığı günler. Sen bana biraz zaman geçsin daha ne yalanlar duyacaksın demiştin. Sanırım doğrular, insanlar büyüdükçe azalıyor. Ben ya geçmişe ya geleceğe ait olmak isterdim. Bu zamana ayak uydurmakta zorlanıyorumJ Sizin gibi sevmeyi bilmiyor  70 sonrası kuşak. Aslında yaşamayı bile bilmez olduk çoğumuz. Teknoloji ile birlikte kalabalık yalnızlıkların içine sürüklendik. Biri bizi gözetliyor evinin içindeymiş gibiyiz. Duygular yenik düştü sanal aleme. Yazışmak, yaşamaktan daha kolay geliyor hepimize. Üstelik bu yazışmalarda canımız sıkılırsa bir tuşla çıkarıyoruz hayatımızdan insanları. Sonra aynı kelimeleri söyleyen başkaları oluyor veya aynı kelimeleri başkasına söylerken buluyor insan kendini. Sanma ki herkesten var farkım. Varlıktan ziyade hiçliğe yakışır ruhum.

Dostluk konusuna gelince; yeni insanlarla tanışmak iyi fikir değilmiş. Eski dostlar şarkısını niye sevdiğini şimdi anlıyorum. Zaten hep söylerdin “ben gittikten sonra beni anlayacaksın” diye. İnsanın dost olabilmesi için cidden yıllara, aynı ruha, birbirini tanımaya ihtiyacı varmış. Yeni arkadaşlıklarda sudan çıkmış balık gibi hissediyorum. Ya yanlış anlaşılıyorum ya yanlış anlıyorum.  Şu akıllı telefonlar var ya onlardan biri bende de var. Tüm dünya ile iletişime geçiriyor insanı. Ama yine de bir kişinin yokluğu tüm kalabalığı eziyormuş meğer. Bu akıllı telefonlar bir tek seni aramamı sağlayamıyor. Bak yine sana mektup yazıyorum bu yüzden.

Sinsi insanlar var çevremde. Keşke onlar hakkında konuşsaydık seninle. Zira nasıl davranacağımı şaşırıyorum. Çirkefleşmek için yaşlıyım, kabullenmek için genç. Şu iki anlama gelen cümlelerle yaklaşıyorlar. Ya da bakışlarına yerleşen kurnazlıkla seni kuşatmaya çalışıyorlar. Herkesin dilinde ahlak ve namus var. Ama nedense hep başkasında arıyorlar bu iki kavramı. İnsanların yer altı ve yer üstü düşünceleri çok farklı. Sanırım insanlar yerin altında ve üstünde de farklı hayatlar yaşıyor. Mesela ben insanı cinsiyetine, ırkına, dinine göre ayırmamayı senden öğrenmiştim ya. Bu iyi değilmiş. En azından cinsiyet ayrımı yapmak gerekiyormuş. İnsanları tanımak için sadece isimler yeter daha fazlasını sorma diyordun. Artık insanlar isimlerini söylemiyor bile. Hatta daha ileri gideni var. Ben adamım diyor adam olmadan. İşte bu durumlarda sarılmana ihtiyaç duyuyorum. Sevmiyorum kelimelerin tükendiği ilişkileri, kalbe şüphenin yerleştiği zamanları. Soğuyorum insanlıktan. Ve bu zamanlarda yanına gelmek istiyorum. Hayatın büyüsü kaçtı uzun zamandır. Fark ettiğin gibi insanlar daha sevgisiz yaşar oldular. Yazılanı yaşadığımız günlerde bize kalanlar defoluymuş.

Senin yaşadığın yeri merak ediyorum. Bilinçaltımın oyun oynadığı anlar var. Rüyamda görüyorum yaşadığın yeri. Ağaçlar arasında evin  sanki. Buradan yanına gelenler oldu. Karşılaştınız mı bilmiyorum. Senden sonra hiç birini görmedim. Bu dünyada ki insanların çoğu,  insanlara bile sahip olduklarını düşünüyorlar. Mesela kimin kiminle görüşüp görüşmeyeceğine iki tarafa sormadan karar veriyorlar. Gerçi hiç birinde senden iz bulamadığım için çok sorun değil. Aynı gökyüzüne baktığımız zamanlarda da onlarla aranda benzerlik bulamazdım. Hayat öyle bir şey ki yaşattıklarını yaşamadan ölmüyorsun. Ve herkesin kalbinde ki sevgi/nefret ilişkisi farklı. Kiminle görüşeceğimi seçemiyorum belki ama kiminle görüşmeyeceğimi seçiyorum. Bazen sevgiye yenik düştüğümde oluyor. O zaman da sevebildiğim için şanslı olduğumu düşünüyorum. Bazılarının yüzsüz olduğunu düşündüğüm gibi.

Aslında iyi şeyler de oluyor. Hala şahsıma münhasır yaşıyorum. Herkes bana akıl veriyor ben bildiğimi okuyorum. Sonra bol bol geziyorum. Her gittiğim yerde anları ve anıları biriktiriyorum. Sürekli fotoğraf çekiyorum. Kaybolan fotoğrafların yerine. Bayramlarım ve özel günlerim güzel geçiyor mesela. Hayatta her şey karşılıklı. Tüm kötü günlerin karşılığında iyi günler var. Bazen sadece şehirlere değil insanlara yolculuk yapıyorum. Her kalbin farklı bir misafirperverliği var. Ben kalp gurmesi olmaya karar verdim aslındaJSevgiden şımartıldığım zamanlarda var. Hayatıma tat katan insanlar var. Onlarla tanışmanı isterdim. İsteklere gelince saat getir, toka getir demek isterdim ama bana oradan sadece sesini yollasan yeter. İnsan en çok sesi özlüyormuş bil…

22 Ekim 2013 Salı

GÖKYÜZÜNDE MUTLULUK



Gökyüzüne aitim ben. En uzun onunla vakit geçirebiliyorum. O bulutlarla resim çizerken bana, ben mutlulukla gülümsüyorum. Birlikte ağladığımız zamanlar oluyor ve hatta birlikte bağırıyoruz insanlığa yeter diye. O yüzden ben insanların arasında herkes olurken ve insanlar benim için herkesten bir parça iken, gökyüzünde var oluyorum. Gökyüzünde hiçliğe yolculuğa çıkıyorum...

Olgunlaşmak




Eskiden olayların üzerine giderdim. Şimdi vardır bir sebebi diyor; yarım bırakıyorum, yarına bırakıyorum, geçmişte bırakıyorum...

Sevgisiz İlişkiler




Bugünde yanlış kalpte olmadığın için şükret...

7 Ağustos 2013 Çarşamba

Bayram

Amasya’nın küçük evlerindeyim bugün. Kerpiç evlerin tokmaklı ahşap kapıları. Henüz zil sesiyle tanışmamış mahalle de çocuk sesleri. Renkli demirlerle süslenmiş pencereler, avluda dut ağacı, terasta asmaların arasında yemek için hazırda bulunan masa. Sanki bir evcilik oyunun içindeyim. İki katlı evin merdivenlerinden yukarı çıktığımda bayram için hazırlanmış tahta kokan odanın kapısını aralıyorum. Misafir koltukları, dantellerle süslenmiş dolaplar ve bayram şekerleri. Bayramla birlikte ne çok cümle kurulacak bu odada. Kahkahalar, kahveye eşlik edecek. El öpenler çok olacak, nazar boncuğu ile süslenmiş beyaz mendil içinde bayram harçlıkları dağıtılacak.

Bayram hazırlığı için toplanmış anneannem ve arkadaşları. Erişteler kesiliyor, baklavalar açılıyor, dolmalar sarılıyor. Anneannemin bayramlık alacağından eminim. Amasya’nın çarşısını ikiye bölen Yeşilırmak kenarında yürüyeceğiz birlikte. O bana çocukluğunun bayramlarını anlatacak özlemle. “Eskiden bayramlar” diye başlayacak cümlesine tıpkı benim şu an yaptığım gibi. Sonra birkaç dükkandan oluşan çarşıya gireceğiz. Bayramlıklarımı aldıktan sonra ırmak kenarında oturacağız. Ben boynuna sarılacağım. Anneannem ise hediyeleri dedemin aldığını söyleyecek. Tuttuğum tekne orucunun karşılığında: )

Ben bayram sabahı yeni kıyafetlerimi giymenin, dedem bayram namazına yetişmenin, anneannem bayram kahvaltısını hazırlamanın telaşı ile güne başlayacağız. Haşhaşlı çörek, yaprak sarması, peynirler, reçeller ve semaver çay ile süslü kahvaltı masasında şen kahkahalar atacağız birlikte. Dedem ise ağzını kıpırdatacak sadece. Dedemi gülerken hiç görmediğimi düşüneceğim. Yıllar sonra hiçbir tadın çocukluğumda ki bayram kahvaltısı gibi tatmadığını hissedeceğim.

Arkadaşlarımla mahalleyi dolaşırken, boyumuzun yetmediği kapı tokmaklarının güzelliğini hafızama kazıyacağım. Gürültümüze açılan kapılarda bizi sevgiyle kucaklayan komşularımızın ellerini öpeceğiz. Rengarenk mendiller içinde harçlıklar ve şekerlerle uğurlanacağız. Toplanan paralarla fayton gezintisine çıkacağız ufacık boyumuzla hep birlikte.  

Benim için saray olan küçük evde soluğu aldığımda, gelen misafirlere kolonya tutacağım şeker yanında. Büyüdüğüm zamanları hayal edecekler yanımda.

Deniz kenarında tatil tadında geçen, büyüklerin yazlıklara kaçtığı, küçüklerin evden toz olduğu günlerden uzak, cep telefonu ile atılan toplu mesajların içine dahil olmayacak kimse  

Şeker tadında olan ve henüz her şeyin tüketime kurban gitmediği günlerde;  bayram hiç bitmesin isteyeceğim tüm aile bir aradayken.


Şeker tadında günler olsun kalın sevgiyle…





9 Temmuz 2013 Salı

Çocukluk



Çocukluğumu her hatırlayışımda “çocukluğu vatanıdır insanın” diyen yazar geliyor aklıma. Bir sürü yaşanmışlıklarım varken , dalıp gittiğim her anda çocukluğumda buluyorum kendimi. Tadına vararak yaşadığım tüm yıllara inat. Ufacık bedene sığan koca bir kalple yaşadığım günlere yolculuk yapıyorum sessizliğimle. Hataların önemsiz olduğu, kırgınlıkların çabucak affedildiği zamanlar. Gülmek için nedene gerek duymadığım, kahkaha krizlerimde büyüklerden işittiğim azarlarla geçen çocukluğum. Gülmenin ayıp sayıldığı, neşeli hallerimin rahatsızlık verdiği yaşlarım. Ağlarken kuytu köşeler aramadığım, göz yaşlarımdan utanmadığım yıllar…


Yakan top, saklambaç, körebe oyunları ile süslenen çocukluğumun hayata alıştırma olduğunu bilmediğim günler. Leblebi tozu yerken gülmek kadar tehlikeliymiş şimdi ki zamanlar. Hayatta ebe olduğunda; birden yüze kadar sayıp kaybettiğin insanları elinle koymuş gibi bulamıyormuşsun meğer. Körebe oyununda gözlerin bağlı aradıklarını büyüdüğünde gözlerin açıkken de yakalayamıyor muşsun mesela. Yakan top oyununda tuttuğun her top oyunda kalmanı sağlarken, insan yakalandığı her insanda bırakıveriyormuş tüm canları. Düştüğünde bedeninde oluşan yara izlerinin yerini can kırıkları alıyormuş büyüdüğünde. Deve cüce oyununda yanmaktı çocukluk belki. Şimdi ise cücelerin kendini deve görmesi oyunun ta kendisi. Çocukken vakit geçirmek için bir sürü çaba sarf ettiğin dostların varken, şimdi görüşmekten kaçtığın insanlar sarmış her yanı sarmaşık misali. Büyük taşların olduğu sokaklarda  koşarken; çocukluk kalabalık, dünya ise yalnızdı…


Bütün aynaların sihirli olduğuna inandığım, çıkar ilişkilerinin çocukluğa dokunmadığı yıllarda tüm şehri faytonla gezmeliyim tekrar. İnsanlığın en saf hali ile dünyaya bakmalı gözlerim, geçmişin sesli kahkahaları olmalı muzur ifademde. Yaşadığımız acı tatlı duygular kalbimize dokunmadan, çocuk masumluğu ile hayatı paylaşmalıyım  arkadaşlarımla.  


Tüm masalların mutlu sonla bittiği, iyilerin kazandığı, kötülerin cezalandırıldığı diyarda yol almalıyım. Hayat ise  masal tadında gerçeği yaşamak olmalı…



Sevgiyle kalın,

28 Mayıs 2013 Salı

Hürrem Sultan'ın Kaçması


  

  Günlerdir Hürrem Sultan’ın Kül Kedisi misali, sihirli dünyayı terk etmesi ile ilgili yazılıp çizilip, konuşuluyor. Elleri belinde mahalle dedikoducusu tarzında program sunucuları “ aaa çok ayıp, tüh tüh, vah vah” şeklinde ki yorumları ile programları seyredilsin diye şekilden şekile giriyorlar. Hürrem Sultan’ın yaptığı işi yarım bırakması konu dışında kalmaya başladı bile. Şimdi şımarıklığı, önceden yaşadığı hayat şartları, zayıflığı, şişmanlığı konuşulurken, olayın ahlaki boyutunu tartışır oldular tüm ahlaksızca hareketler eşliğinde.

  Modern dünya insanı köleliğine o kadar alıştı ki sisteme karşı çıkan, baskıdan boğulan insanları anlamakta güçlük çeker oldu. Hemen herkes “işi var şükretmiyor” cümlesini kurarken sistemin yanlışlığına kimse dokunmuyor bile.

  Hürrem Sultan’ın insan olduğu unutuldu. Herkes kendi çalışma şartları ile karşılaştırmaya başladı. Siz şartları kabul ederek çalışıyorsunuz diye başkaları isyan etmeyecek mi sandınız? Haber verseydi, son bölümü oynasaydı gibi yorumlarla suçlayan ve yurtdışında bu sektörün sözleşmelerini örnek gösteren insanlara cevabım; bu ülkenin şartlarına göre çalışan insanları, yurt dışında olsaydı şöyle olurdu böyle olurdu diye korkutamazsınız. Haber verseydi eğer sömürüldüğünü hissettiğini kimse anlamayacaktı. Sessiz istifaların bir çoğunda patron bile farkına varmaz elemanının niye ayrıldığını. Çünkü bu çarkta mantık, iş yürüsün de kiminle yürürse yürüsün fark etmezdir. Kendi hayatlarında hatalar yumağı ile yaşayan programcıların Hürrem Sultan sayesinde günlerce çene çalmasından hiç hoşlanmadım. Televizyon sektörünün avamlığı her geçen gün bu tip programlarla gün yüzüne çıkar oldu.

  Duygusal boşluklar, ışıklı hayat ne kadar renkli ve büyülü olursa olsun bazen kaçışı gerektirir. İnsanın psikolojisinin ne olduğunu anlamadan bu kadar sert eleştirilmesi haksızlıktır.

  Bazı insanlar kimin mağdur olduğunu bir türlü anlayamıyor sanırım. Öpüşen çifte ahlaksız diyen hatta tekbir getirenler, sokak ortasında bıçaklanan kadın görseler sessiz sedasız izliyorlar. Hürrem kaçtı diye yaygara koparanlar, geçen sene dizi setlerinde yaşanan kötü koşulları protesto eden insanların yürüyüşlerinde sessiz kaldılar.

  Aslında insanoğlu sade yaşamın tadına varmalı. Yoksa bu tüketim sendromu dört bir yanı sarmışken, yalnız, mutsuz, hayatın tadını unutan insanlarla dolacak tüm dünya…


  Sevgiler…

22 Mayıs 2013 Çarşamba

Unutmak İçin Yaşamak


Bu sıra kitaplara ve kendime döndüm yüzümü. Her darbe aldığımda ruhuma, arınmak için uzaklaşırım insanlardan. O zaman yine insanların yazdığı kitaplarla kendimi bulmaya çalışırım. Hayata fırlatılmış gibi ya da hayattan fırlatılmış gibi hissettiğim günlerden birinde “Safran Sarı İnci ARAL” kitabı ile buluştum. Aslında birkaç arkadaşımdan kitap için övgüler almıştım. Kitabı elime aldığımda daha tek kelime okumadan ruhumda tuhaf bir kasvet oluştu. Okuyup okumamak arasında gidip gelen kararsızlıkla birkaç gün kenarda bırakıverdim.

Diş eti ameliyatı için sabah 09,30 da dişçi koltuğuna oturdum. Prof ve asistan için sürekli yaptıkları iş artık sıkıcı olmaya başlamıştı bile. Benim içinse dişçi koltuğu yeterince ürkütücüyken ameliyat aletlerini görmek korku filminin başrolünde oynamak gibi bir şeydi. Ameliyat sonrası diş etlerim siyah iplerle dikilmiş, yüzüm şişmeye başlamış, dudaklarım silikon yapılmış hale gelmişti. Bir an önce eve gidip uyumak ve bugünü unutmak istiyordum. Vücudum kistlerle sınanıyordu. Hastalık karşısında zayıf ve çaresiz hissederken  ölümü andıran uykunun kollarına atıldım.

Uyandığımda baş ucumda “Safran Sarı” bana bakıyordu. Sanki içindekiler beni ürkütecekmiş gibi yine tuhaf bir tedirginlik sardı benliğimi. Elime almadan kapağına, kitabın adına takıldım saatlerce. Sayfasını açmak gelmedi içimden.

Yüzümdeki şişlikle aynaya bakarken bir insanın ne kadar çirkinleşebileceğine tanık oldum. O sırada telefonuma gelen mesajlar halamın yoğun bakımda olduğunu söylüyordu. Boşanmış aile çocuklarında kan bağının bir önemi olmadığını yıllar önce öğrenmiştim. İnsanların kırgınlıkları olduğu gibi benim incinmişliklerim vardı. Yine hastaneye gelme mesajı ile geçmişin acımasızlığı yüzüme çarpıldı. Bir anda ördüğüm duvarlar, savunma mekanizmam çöküverdi. Halamın çocukları ile konuştuktan sonra hastanede Mustafa ile birlikte yerimizi aldık. Aradan geçen yıllar herkesi yabancılaştırmış. Boşluk hissi, yaşanmışlıkların ve yaşanmamışlıkların girdiği zamanda hiçlik duygusu. Bana sorulmayan soru kardeşime soruluyor. “Neden böyle olduk biz” kardeşimin vereceği cevap yok bu soruya. Emir komuta zincirinin kötü kalplisi karşımda duruyor. Yüzüne bakıyorum. Bu insanla kan bağım olamaz. O benim kardeşime sarılırken utanıyor mu acaba diye düşünüyorum. Kendi dünyasında inançlarının ve sevginin olmadığını düşünüyorum. Onun bana bakmasını istemiyorum. Beni görmeyi hak etmiyor, tıpkı kardeşimi öpmeyi hak etmediği gibi. Ama aynı seviyede değilim, aynı çirkeflikle karşılık veremem. O zaman en az onun kadar kirlenmiş olurum. Sonra yüzünü görmekten rahatsız olup, güvenli kollara dönüyorum yüzümü. Abimle konuşmaya başlıyorum ve karşımdaki insan un ufak oluyor. Varoluşa inat sessizliğimle yok oluyor. Yoğun bakımda yatan halamın öleceğinden eminim artık.  Ölen insanların herkesi son kez görmek istediğine inanıyorum. Telefonda konuşmamızı hatırlıyorum. Aslında biz telefonda vedalaşmıştık diye düşünüyorum. Eve dönmek istiyorum. Dönüş yolunda bedenim arabada ruhum Safran Sarı’da…

İçimi ürperten hisle titremeye başlıyorum. Annemi görmek cennete girmek gibi. Battaniyemin içine gömülüyorum. Çok sevdiğim biri tarafından terk edilmiş hatta mideme tekme yemiş gibi bitkinim. Ruhum yenilgilerden yorgun. Yaşımdan büyük yaşadıklarımı unutmalıyım. Safran Sarı’sının ilk sayfası ile birlikte bugünü unutup başkalarının hayatlarına dahil oluyorum.

Kitap beklediğimin aksine tuhaf bir cinsellikle süslenmiş, modern dünya insanlarının yalnızlıkla sekse sarılışını anlatan satırlarla dolu. Maddi tatminler uğruna maneviyatın çöküşünü anlatan cümlelerdeyim.  Okurken popüler kültür kitapları sevmediğime karar veriyorum. Kendi kırgınlıklarımı bırakıp kitapta yazan insanların çaresizliğinde boğuluyorum. Aşkın adının kirletildiği, sevgisizlikle insanların yok oluşunun bu şekilde anlatılması tiksinmeme yol açıyor. Sabahlıyorum okumanın verdiği rahatsızlıkla. İnsan yazgısını değiştirebilecek güce sahip olsaydı keşke. Çok uzun zamandır yazılanı yaşadığımızı kabul ettiğimin farkındayım oysa. Hatta unutmak için yaşadığımı biliyorum artık.

"Sizi bekleyen hayatı yaşamak için planladığınız hayattan vazgeçmelisiniz" cümlesi ile sadece yeni güne değil yeni hayata başlıyorum...

Sevgilerle

30 Nisan 2013 Salı

Ankara'da gün


     Gökyüzüne yakın penceremden benim için şekilden şekle giren beyaz bulutları seyretmeye doyamıyorum. Pamuk şeker tadında bulutları seyrederken yüzümde muzur gülümsemem var. Bugün Ankara sokaklarında sarılacağım zamana. Çankaya’da tuhaf bir sessizlik hakim. Çocukların dışarıda koşmadığı, çığlıklarını duymadığım tek yer burası. Sanki terk edilmiş yıllar önce. Arabaların korna sesiyle yaşam katılmış gibi. Seviyorum bu kimsesizlik kokan Çankaya sokaklarını.

     Annemle Ulus semtine doğru yol alıyoruz. Ünlü Ulus Heykelinin önüne geldiğimizde annem geçmişini hatırlıyor. “Eskiden burası Ankara’nın en ünlü semtiydi. Buluşma yerimizdi Ulus” diyor. Şimdi fakirliğin izlerini taşıyan, hayattan beklentisi kalmamış, yaşından önce yaşlanmış insanlarla dolu. Atatürk Heykeli yine buluşma noktası çoğunluğun. İnsanlar gibi yıpranmış bir Ulus var karşımda. Annemin anlattıklarına inanmak gelmiyor içimden. “Eskiden sadece Kızılay ve Ulus vardı diyor.” Ben ise sadece gösterilerin yapıldığı, yürüyüşlerin ve polisin bol olduğu Kızılay ve Ulus’u biliyorum. Annem anılarında boğulurken, ben şimdide bunalıyorum. İnsanların çaresizliği yüzlerinde çizgilere konu olmuş, giyilmekten lime lime olmuş kıyafetlerin arasında çoğu yaşayan ölü. Görmekten hoşlanmıyorum. Herkes gibi yok saymak işime geliyor kim bilir.

     Hacı Bayram Veli Türbesine doğru yürüyoruz. Sarı saçlarımla burada turistim. Herkes bana senin burada ne işin var der gibi bakıyor. Şekilcilikten ileri gidemedik bir türlü diye düşünüyorum. Amasya türbelerinde ahşap kokusu ile birlikte çocukluğumu bana getiren koku bu türbede yok. Duasını okuyan dışarıya çıkıyor. Ankara’nın farklı bir yüzüyle daha tanışıyorumİlahiler eşliğinde sular yükselip alçalırken, sakallar arasında gizlenen yüzlere ve kara çarşaflara  bakıyorum. Yine ait olmadığım bir yerde var olma çabasındayım. Bankta annemle sessizce otururken “şeker alır mısınız” diyen bir sesle irkiliyorum. Duası kabul olan bayanın elinde ki okunmuş şekerlere bakıyorum. Hepsini avuçlamak geçiyor içimden. Geçmiş günleri getiren şekerlerde benim gibi yabancısı bu semtin. Çocukken hanım hanımcık oturmanın mükafatı iki külah mevlüt şekeriydi. Şimdi rengarenk şekerlerden bir tane ağzıma atıp çocukluğumda ki günlere kahkaha atıyorum.

     Türbenin yanında yer alan Roma Hamamı kalıntısına takılıyor gözlerim. Ankara Cumhuriyet ile tarihte yerini aldı bence.  Ufak köprüler ve eski Ankara evleri. Aslında burası yenilenmeye başladığı için eski Ankara evleri pırıl pırıl kalıyor  insanların arasında. Ruhların renkleri solmuş, bakışlar donuklaşmış, gülmeyi unutmuş ve  hayattan vazgeçmiş insanlar arasında, beyaza boyanmış, restoresi tamamlanmış ahşap evleri seyre dalıyorum.  Binaları yenilemek kolay, ruhlara bahar getirebilseniz keşke diye düşünüyorum.

     Eve dönüş yolunda tuhaf bir huzur ve rahatlama ile anneme sarılıyorum. Ankara gün geçtikçe daha gri ve daha çirkin bir şehir haline geliyor. Beton yığınının arasında şehrin griliğine uyum sağlayan takım elbiseli tiplerin arasındayım. Ve bu şehir ilk defa gözüme soğuk, hasis, çirkin, ruhuma uzak geliyor.
Bu şehirden uzak bir yerde yaşlanmak istiyorum. İnsanların sevgi dolu, mutlu olduğu bir diyarda. Hayat olan bir şehirde yaşamak istiyorum…

Sevgiler 




9 Nisan 2013 Salı

Gaziantep


Bazen insanlar şehrin güzelliğinin önüne geçer. Akılda sadece güzel yeşil gözler ve gülümseyen yüz kalır…

Sabah hava alanı yolunda sanki Ankara’yı hiç görmemişim hissi var. Arabanın içinde kelimeler uçuşurken ben  gri ve yağışlı Ankara sokaklarına bakıyorum. Yaşadığım şehrin tanımadığım sokaklarında kim bilir ne hayatlar yaşanıyor.

Uzun soğuk koridordan kuşa benzeyen büyük teneke parçasının içine doğru yürürken  hoş geldiniz ile karşılayan hostesler ne kadar samimiler acaba diye düşünüyorum. Kelimeler mi aldatıyor insanı, insanlar mı aldatıyor kelimeleri? Havalanırken midemde garip bir kasılma oluyor. Bulunduğum yeri unutmak istercesine kitabımı okumaya başladığım zaman, önce servis ardından uçağın sallanması ile keyfim kaçıyor. Lunaparkta oyuncaklara binmiş insanlarız sanki. Korktuğum için rahatsız oluyorum. Hep güvende olma isteğim bencilliğimden. Bulutların içinde olmak bile korkumun önüne geçemiyor.

Gaziantep Hava alanında renkli puşiler, uzun hac kıyafetine benzer elbiseler, takım elbiseler, spor kıyafetler var. Bu şehri ilk defa görüyorum. Yeni şehirle tanışma heyecanım var.  Ama artık her şehir birbirinin aynısı. Apartmanlar şehirleri çirkinleştirdi. Ve şehirlerin kişiliğini kaybettirdi. Eski yapılara hayranlığımız bu yüzden. Geleceğe hiçbir özelliği olmayan modern binalar bırakacağız.

Çocukken ayağımda salladığım, siyah boncuk gözleriyle bana bakarak kahkahalar atan yeğenim karşılıyor bizi. Yıllar önce minicik bebekken şimdi boyumu aşan boyuyla ve evliliğin verdiği olgunlukla karşımda yakışıklı Bora duruyor. Her zaman bir yanı muzur olan Bora ile gülümsüyoruz tüm geçmişe...


Akşam İmam Çağdaş Restaurant’ta yemeğe gidiyoruz. Güleryüzlü personelin tüm enerjisi insanı mutlu etmeye yetiyor. Mezelerle donatılırken masa, yemeklerin lezzeti bir başka güzel. Ali Nazik bakır tabakta servis edilirken, ortaya karışıklar salataların arasında yer alıyor. Ayranlar büyük bakırlarda ufak kepçeyle içilirken mekanı görmüyor insanın gözü. Çayın yanında birer dilim baklava yemek istiyoruz. Baklava dik şekilde geliyor. Baklavayı elimize alıp damağa yapıştırıp ısırmalıymışız ki tadını alalım. Bol fıstık tadıyla birlikte ömrümde bu kadar güzelini yemediğim baklava midemde yerini alıyor.





Şehit Kamil sokaklarında gezerken, annesini kurtarmak için öne atılıp Fransızlar tarafından süngülenmesi ile şehit olan Kamil’in ve annesinin heykelini görüyorum. Birkaç binada kurşun izleri var. Geçmişte yaşanan acılar ve Gaziantep’te Fransız güpürü dantellerin satılması traji komik geliyor. Bakırcılar Çarşısında esnafın güler yüzü var. Ankara’da bu duruma hiç alışık olmadığımı fark ediyorum. Hangi mağazaya girsek “çay kahve içer misiniz” diye soruyorlar. Metropol hayatının ne kadar soğuk olduğunu düşünüyorum. Her yer baklava her yer kebap:) Rengarenk baharatlar, kuruyemişler, yöresel kıyafetler ve bakır işlemeciliği arasında mutlu ben olarak geziniyorum.


Sedef işlemeciliği yapan bir dükkanın içine giriyoruz. Sahibi yıllara meydan okumuş. Küçük sandıklar, aynalar, bıçaklar, hepsi sedef işlenmiş tek tek fotoğraflarını çekiyorum. Cuma namazı vakti herkes malzemelerinin üzerini örtüp camiye gidiyor. Ankara’da kaç kilitle dükkanlarımız kilitleniyor oysa. Tarihi Tahmis Kahvesinde çayımızı içerken kendimi ülkemde turist hissediyorum. Antep’in tarihi mi zengin, insanları mı anlayamıyorum. İpek Yolunun başlangıcı olduğunu develerden oluşan heykeller sayesinde öğreniyorum.



Esra ile buluşuyoruz. Gaziantep At Çiftliğine götürüyor beni. Sahibi mütevazi, ben ise heyecanlı. İlk defa atlara bu kadar yakınım. Yine korkuyorum. Bu sefer canlıya dokunmaktan korkuyorum. Esra’nın ısrarı ile atları okşuyorum. Bir anda tüm nefretim, kinim, kırgınlıklarım bitiyor. Çok güzel bakan atlar ve ben tüm dünyada yalnız kalıyoruz sanki. “Hayvanlara bile kötülüğü ancak biz insanlar yaparız” cümlem geliyor aklıma. Sevdiğine zararı ancak biz insanlar veririz. Atlar başlarını uzatıyor daha fazla seveyim diye. Esra hayatımda hiç unutamayacağım arkadaşım olarak geçiyor anı defterime. Bu kadar güzel bir canlıyla beni tanıştırdığı için binlerce kere teşekkür ediyorum. Birlikte BayazHanda yemeğe gidiyoruz. Koca han yine modernlikle tanışmış. Eski halini merak ediyorum, yeni halinde keyif çatarken. Gülüyoruz, konuşuyoruz zaman geçiyor. Maraz kitabından  “Hayatım akıp gidiyor dakikalar damlaya damlaya ölümden göl oluyor” cümlesi gelince aklıma dakikalar dursun istiyorum.


Zeugma Mozaik Müzesinde taşlara bakarken define avcılarına kızıyorum. Geçmişe ait mozaikler arasında bugünün çirkinliği gösteren kolonlara takılıyorum. Dünyanın en büyük mozaik müzesinde turumuzu tamamlayıp Bakırcılar Çarşısı, Zincirli Bedestende alışverişle noktalıyoruz gezimizi.
Sabah su böreği, katmer olan kahvaltı masamızda Hande’nin içtenliği ve gülen gözleri var. Akşamdan kalma fıstıklı ve bademli dondurmanın tadı damağımda. Ankara’ya doğru yola çıkarken bir şehirde daha ayak izimi bırakıyorum gözümün önünden gitmeyen gülen yüzlerle birlikte…

Sevgiler












20 Mart 2013 Çarşamba

Savruk Ruhum


Kuğulu parkta fotoğraf çekerken geçmişe döndüm yüzümü. Bir türlü geçmek bilmeyen geçmişim kuğuların güzelliğinden çaldı. Yıllar önce kısacık saçlarla, ufacık adımlarla kuğuları seyre dalacağımı umarken, gözyaşlarım ve boş kalan elimle eve dönüşümü hatırlıyorum. O günden bana kalan;  insan en çok kime güvenirse ilk elini bırakan o oluyor hissi.

Çocukluğum Kaf dağının arkasında hatırlanmayı beklercesine gün yüzüne çıkmıştı. Yıllar çocukluğuma meydan okurken, ben yıllara meydan okuduğumu sanıyordum. Hayallerim hayata karışıyor, hayatım hayallerim oluyordu. Günleri savururken yılların götürdükleri ile yüzleşmekten korkuyordum.

Hayatın suyuna gitmeyi çocukken öğrenenlerdendim. İnsanlarla  birlikte hayatın da nabzını tutar olmuştum. İnsanların kelimelere dökmediklerini mimiklerinden okuyor, kelimelerindeki iki yüzlülüğe şaşırıp kalıyordum. Hayat bir bana zor diye düşünürken herkesle eşittim  aslında.

Unutmak istediğim tüm günler bazen şarkı sözüyle, bazen sokaklarda, bazen geçmişten iz taşıyan kelimelerde karşıma çıkıyordu. Bir an önce sandıklara kilitlemeliydim çocukluğumu…

Hokus pokuslu kelimelere sığınarak sihirli değnekle dokundum bugünüme. Yeni günlerin yabancısıyım yaşımın yabancısı olduğum kadar. Yıllar önce biri bana bugünkü benden bahsetse asla inanmazdım. Yaşadıklarım, yaşayacaklarım hatta yaşattıklarım sanki sinema filminde birinin rolünü çalmışım hissi uyandırıyor. Aynada yüzümü incelerken ruhumun bedenimden ne kadar uzakta olduğunu fark ettim. Tıpkı “ geçen gün aynada gördüm tesadüfen, malum ortada halim ben bu kadını ömrümde görmedim” şarkısında anlatıldığı gibi her şey. Bakışlarımda bana ait olmayan bir bilmişlik var. Yüzümde yaşanmışlığın ifadesi. Dudaklarım yılların suskunluğunu haykırıyor. Güzellik ayrılırken bedenimden vücudumu gizlemeye çalışıyorum kumaş parçaları ile.

İnsan hep kendiyle uğraşırken; birilerinin seni beğenmesi önemini yitiriyor ve kendini sevmeyi öğreniyorsun. Daha çok kitap okuyor, daha az sohbet ediyorsun. Son bulan ilişkiler, ihanetler, dedikodular acı vermezken, hırsların boş olduğunu fark ediyorsun. Bir sonra ki yıl hatırlamayacağın bir sürü olaya gülüp geçiyorsun. Hatta zamanla kahkahaların tınısı değişiyor. Sahip oldukların mutlu etmezken, çoğu zaman sahip olmadıklarına üzülmekten vazgeçiyorsun. Yaş yıllarla birlikte yol aldıkça insanın önem verdiği her şey değişiyor. Fotoğraflarda, şehirlerde, şimdi çoğuna yabancı olduğum insanlarda bıraktığım kelimelerim ve hislerim var. “Zamanı yaralarla ölçen kadın, geçmişiyle kavgalı, Tanrı’ya sığınan kız çocuğu geceleri, isyankar gündüzleri” şarkısıyla tüm dostlarıma kendimi anlatmaya çalışırken,  “her bir parçamı ayrı yere bıraktığım” günler geliyor aklıma. “Beni bu şehirde yalnız bırakma” dediğim insanlarla dolu yaşamımda ne kimseyi anladım ne kimse beni anladı.

Zor bir zamandan geçerken ben, hayata geç kalmanın verdiği telaşla tüm aşkları yaşarken, kaçırdığım en güzel şey dünyaya gelecek bir bebekti belki de…

Ve yıllar sonra çocukluğuma inat fotoğraflarını çekiyorum kuğuların. Onlar tüm güzellikleriyle salınırken ben savruk ruhumla çocukluğuma gülüyorum.

Sevgiler…

18 Mart 2013 Pazartesi

Tire



Saklambaç
Nerde yitirsem
Hep sende buluyorum başlangıçlarımı
Sense hiç bitmez gibi
Bende oynuyorsun
Tüm saklambaçlarını
Tekin GÖNENÇ


     Sabah İzmir uçağında yerimi aldım. Eskiden uçaklardan nasılda korkardım, şimdiyse beni bulutların arasında gezdirdikleri için bayılıyorum. Bulutları bazen hayaletlere, bazen meleklere, bazen insanlara benzetirken pilotun iniş için hazırız anonsu ile çevremdeki insanları fark etmem bir oluyor. İnsanları hangi ara bu kadar yok saymaya başladığımı düşünüyorum. Ya insanlar benim için hayalet ya da ben insanlar için hayaletten farksızım. Hayat hayallerimi çığlıklarıyla korkuttuğu günlerden beri hayallerimin tükendiğini hissediyorum. 


     Adnan Menderes Havaalanında küçük çantamla geçmişe ait olmak için hazırlıklarımı tamamlıyorum. Bugünü dünde bırakacağımı bilerek… 



     Kiraladığımız arabayla Ödemiş’e doğru yola çıkıyoruz. Gökyüzünde farklılıklar arar gibi camdan dışarı bakıyorum. Masmavi gökyüzünde bembeyaz bulutlar ile kendimden geçiyorum. Ankara soğuk ve kuraklığı yaşarken, İzmir’de çiçekler açmış her yer nasılda yeşil. Ağaçlar aynı boyda. Yol arkadaşlarım teknolojinin tüm nimetlerinden yararlanırken ben yine tarih öncesinde gezinmeye başlıyorum. Kahkahalar, şarkılar, kelimeler aramızda tükeniyor. Gözüm çiçek tarlalarında fidanlıklar arasında çalışan işçilerde. Ben onların toprak kokusu, rengarenk çiçekler arasında şanslı olduğunu düşünürken belki onlar için yaptıkları iş çok ağır. Bilmediğim ne çok hayat var. Aslında kendi hayatımı bile bilmeden yaşıyorum. Ufak zeytin ağaçlarını ilk defa görmenin verdiği heyecanla yol bitmesin istiyorum. 



     Tire levhasını görmemizle acıkmamız bir oluyor. Ablamın Ankara’yı aratmayacak cinsten kahvaltı için yer aramasına kıs kıs gülüyorum. Zeynep otantik bir yerde kahvaltı yapmak istiyor. Benim aklımda Tire Belediyesine ait “DEREKAHVE” var. Tabi ki benim dediğim yere gidiliyor:) Bu ufak yerleşim yerinde ilk fark ettiğim ise oraya ait olmadığım. Belki bu dünyaya ait değilim. Yaşlılar kahvede oturmuş gün öldürürken, gençleri kim öldürdü acaba diye soruyorum Zeynep ile ablama. Suratıma bakıp gülmeye başlıyorlar. Oysa hiç üzerinden yıllar geçmemiş insan yok burada. 



     DEREKAHVE cennetten indirilmiş bir hazine. Taşların arasından bile yapraklar kendini gösteriyor her şeye inat buradayım der gibi. Yemyeşil yapraklar ağaçları sarmalamış. Hiç kimse beni böyle sarmalamadı diye düşünüyorum. Merdivenlerin başına konulmuş küpü görünce çocukluğumun parolası geliyor aklıma ve farkında olmadan yüksek sesle “Kırk küp kırkının da kulpu kırık küp” diye söylerken buluyorum kendimi. Manzara karşısında nutkum tutuluyor. Cennet bahçesindeyim diye gülüyorum taş yığın apartmanlara. Otlu gözleme, çay ve kahvaltı tabağı eşliğinde seyre dalıyorum bugünümü. Otlu gözlemenin tadını sevmiyorum. Ama bu bile tadımı bozmuyor. Doğanın içerisinde konforun ve markaların önemli olmadığına bir kere daha şahit oluyorum. Herkesten uzak tanımadıklarıma yakınım Tire’de… 



     Yine zamana takılıyoruz şehrin koşturan insanlarının aceleciliği ile işler için yola koyuluyoruz. Ödemiş’te fidanlıkları gezerken Osmanlı Çiminin arasında gizlenmiş mavi meyveleri görüyorum. Sanki boncukları çimlerin arasına gizlemişler. Biz hep doğayı taklit ediyoruz boncuklarımızla bile. 



     Adil Bey bizi akşam Kaplan Dağ Restauranta götürüyor. Hayatımda görebileceğim en muhteşem yer. Atatürk fotoğrafı, şöminesi, aksesuarları ile inanılmaz güzel bir yer. Bugüne inat geçmişe ait bir mekanda hissi veriyor insana. Sahibi ve çalışanları ile mükemmel bir işletme. Mezeleri ve ortaya karışık ızgarası ile akşam daha keyiflenirken zaman dursun istiyorum. Garsonun Ankara için “çok sevilen üvey ana gibi” demesi ile Ankara’ya farklı gözle bakmaya başlıyorum. Burada sohbetin, yemeğin, insanların tadı başka. Hayat kurumuş dalken bir anda çiçek açıyor. 



     İzmir’e doğru yola çıkıyoruz. İzmir Ege’nin incisi kendine aşık ettiren İzmir. Gecekonduların viraneliğin arasından geçip Alsancak’ta deniz kenarındayız. Vapurlar, martılar, güzel hava hepsi var. Ama ben Ankara’yı özlüyorum. Arabaların arasında modern şehir hayatına meydan okuyan faytonları görüyorum. Biz geleceğe hiç tat bırakacak mıyız acaba diye düşünüp, şehir için herhangi biri olarak ayrılırken buradan şehir anım oluyor… 



Sevgiler…


















31 Ocak 2013 Perşembe

Veda Busesi



Geçmişi geride bırakmaya karar verdiğim günlerdi. Cenaze ve düğünlerden uzak tutulduğum günlerin hatırına. Hastane kapılarından geri çevrildiğim cümlelerde. Sevdiklerimi sevmemeyi öğrendiğim , hayatlarından silindiğim ve hayatımdan sildiğim günlerdi. Yeniden doğmaya karar verdiğim zamanlar. Tüm kırgınlıklarımı, acılarımı ve kırdıklarımı geride bırakarak. Geçmişten vazgeçiyordum…

Ama öyle ben yeniden doğacağım dediğin zaman doğulmuyordu. Geçmişe yüzümü döndüğüm zaman öğrendim. Bazen bir şarkı ile çocukluk yıllarına giderken, bazen kelimeler sana getiriyordu geçmeyen geçmişi.

Kalabalıklar arasında saklambaç oynarken çocukluğumda, herkes saklandı bugünkü hayatımda…

Çocukluktan kalma kahkahalarım ve şimdinin boşvermişliği ile yaşarken , kimseyi üzmeden sadece unutmak istiyordum geçmişi , unutulduğum günlerdeki gibi.

Dostlarımızı seçer gibi seçemediğimiz için aileleri, büyüklerin hatalarında incinen çocuklardık biz. Kocaman yürekler taşırken, ruha çizikler atan insanlarla yaşamaya çalışmaktı ağır gelen. Anne tarafından kopuk, baba tarafından koparılmış hayatımda; canı istediğinde seven, canı istediğinde hırpalayan büyüklerden uzak kalmaktı en doğru olan. Canımı ne kadar acıttıklarının farkında değillerdi büyükler.

Parçalara ayrılırken her yaşanmışlıkta;  herkesin acısına saygılıydım, mutluluklarına saygılı olduğum kadar. Eleştirmeden yaşamayı öğrettikleri  için her birine sessiz teşekkürlerim var kalbimde.

Hak ettiğimiz hayatı yaşarken bugünde,  unutun geçmişi ve geçmişteki beni. Ben değiştim, sizin değiştiğiniz kadar. Üzerime yılların yaşanmışlığı ile yalnızlığı sindi. Seslerinize, sözlerinize, yaşadıklarınıza yabancıyım. Kırgınlıklarımız, sevinçlerimiz, kederlerimiz,  ahlak anlayışımız farklılaşmışken, dünde ki gibi  sevemezsiniz beni. Ve çocukluğumdaki sizleri, sevemem eskisi gibi.


Yolun yarısını geçmişken yaşımda mutlulukla gülümsüyorum geleceğimdeki insanlara. Geçmişimde olan herkese kalpten mutluluk dilerken veda busesi bırakıyorum yanaklarınıza eski filmlerde ki gibi…

Sevgiler…

10 Ocak 2013 Perşembe

Ayna


    



    



     Ne kadar çok vazgeçmişim benden, başkalarının mutluluğuna ve mutsuzluğuna ait olmuşum. Hangi ara insanların düşünceleri ile günleri ve benliğimi öldürmüşüm. Yaşarken fark etmediğim değişimi, aynaya bakarken fark ediyorum. Yüzümdeki çizgilerle birlikte bakışlarıma çöken bilmişlik, saflıktan uzak yaşanmışlığın verdiği olgunluğum  var. Aynada ki yansımanın ruhumda ki izlerini izliyorum. İnsanların beni yorduğuna, insanların yorulmasına neden olduğuma şahit oluyorum.

     Çocukluğumun şarkılarda kaldığını düşünürken, pamuk şekerle çocuk oluyorum. Aşık olunca genç olduğum gibi…

5 Ocak 2013 Cumartesi

Dubrovnik Gezisi


Her gezi öncesi tuhaf bir tembellik siniyor üzerime. Gitmekle kalmak arasında kalıyorum. Oysa yeni yer görme heyecanım olmalı. Yolculuğa çıkacağım gün yemeden içmeden kesilip bavula öylesine koyduğum birkaç parça eşya ile başlatıyorum yolculuğumu…

Gece Ankara’dan başlayan araba yolculuğunda sesler, şarkılar mimikler var. İzmit’ten geçerken bir anda şimdi ki zaman duruyor ve geçmişe dönüyorum. Bu şehirde benim güzel günlerim kaldı, ben o günleri bir bir terk ederken, günler bana hep sadık kaldı. İstanbul bir sürü ışığıyla beni karşılıyor. Bazen mum, bazen şatafatlı avize, bazen sıradan lambalarla aydınlatıyor geceyi. Boğaz köprüsünden geçerken burnumu cama dayayıp düne dönüyorum yine. Kahkahalarla izliyorum geçmişimi boğaz köprüsünden…

Hava alanında insanların yüzünde heyecan, bıkkınlık, bilmişlik var. İnsanların arasında yalnızlık var. Hiç biri beni görmüyor, benim onları gördüğüm kadar.  Yaşadıkları ile yaşlanmış biri bastonu ve eski püskü kıyafetiyle dikkatimi çekiyor. Satış elemanına “Dalamana uçak nerden kalkıyor” diye soruyor. Karşısındaki eleman küçümseyen bir tavırla soruyu geçiştiriyor. Başka birine soruyor bu sefer. Bütün dünyaları ben yarattım edası takınmış satış elemanı “Dalaman diye yer yok” diyor. Bu sefer şaşırıyorum. Bilet satan birinin Dalaman’ı bilmeyecek kadar cahil olmasını garipserken aklıma karşısındaki insana saygısızlık yapacak kadar cahil olduğu geliyor. Şekilcilikten öteye gitmeyen insanlar ve tecrübeleri ile yol alan insanlar arasında düşüncelerim gidip geliyor. Yaşlı amca karşısındakilerin Türkçe anlamadığına karar vermiş gibi akıcı İngilizceyle konuşmaya başlıyor. Firmalarını temsil ettiklerini unutan iki eleman ise seviyelerine uygun mimik ve ses tonları ile kendilerini rezil etmeye devam ediyorlar. Eskiden olsa yanlarına gider densizliklerini fark etmelerini sağlardım şimdiyse zavallı hallerini seyrediyorum.

Sonunda uçuş sırası bize geliyor ve 2 saatlik uçuşun ardından başka bir yerde gözlerimi yeniden açıyorum dünyaya. Kalabalık tur arkadaşları ile tanışma faslı ve  gezelim görelim programı tadında gezimiz başlıyor. Rehber arkadaşımız Emrah UĞURSAL tok sesiyle insanları, yörenin tarihini anlatırken, bir sürü yabancının aslında ne kadar tanıdık olduğunu fark ediyorum. Bosna Hersek, Mostar Köprüsü, sınırda Hırvat polisleri bir filmin içindeyim sanki. Yaşanan acıları o kadar hissediyorum ki; evlerin üzerinde duran kurşun izleri, yanmış betonlar ve ölüm sessizliğini bu kadar yoğun hissederken kendimi köprünün üzerinde manzarayı seyrederken buluyorum. Fakirlik sarmış burayı. Otobüsümüz otele doğru hareket ediyor. Herkes bir şeylerden şikayetçi. Kelimeler beynimde bomba etkisi yaratırken, nazikçe gülümsüyorum. Ne zaman bu kadar susmayı öğrendim?
            
          Valamar President Otelde odamdan denize bakıyorum. İnsanlar, diller, kültürler farklı ama deniz, dağ, güneş aynı diye düşünüyorum. Güzel manzarası olan sıcacık bir otel. Sabah kahvaltısından sonra Dubrovnik gezi turuna başlıyoruz. Tarihi anlatan eski binaların arasında, çan sesiyle bugünü kaybedip geçmişi buluyorum. Pamuk şekerle bugüne çocuk kalbime dönüyorum. Kiliseler, surlar, savaş topları burası savaş kokuyor. İnsanlar tüm büyüyü bozuyor hep. Sokak aralarında sanki kabarık elbiseli kadınlar çıkacak, faytonlar geçecek gibi geliyor. Oysa elinde fotoğraf makineleri olan turistlerle dolu her yer.
               
       Yeni yıla Dubrovnik meydanında bana yabancı kültür ve insanlarla havai fişekler üzerime yağarken giriyorum. Ve dönüş yolunda benim hayallerimle birleşen güzel geziden geriye kalan anılarımı saklıyorum çocuk kalbimin sandığında…
       
           Sevgiler